Bağdat’ta Parlamenter Sistem Arayışları

By | 20 Mayıs 2017

Irak’ta Meclis Başkanı Selim Ceburi’nin himayesinde “Arap Ülkelerinde Parlementer Sistemin Gelişimi” başlığıyla yapılan uluslararası bilimsel toplantının ilk oturumları tamamlandı. Arap Tarihçileri Birliği tarafından düzenlenen sempozyum, Arap ülkelerinde yaşanan acıları en kötü şekilde yaşayan Bağdat’ta gündeme taşıdı.

Hemen hemen bütün Arap ülkelerinden konunun uzmanları demokrasi ve parlamenter sistem hakkında ülkelerinde olanları ve olması gerekeni tartıştı. Parlamenter sistem ve demokrasi konusunda Arap toplumlarının yaşadıkları sorunları yerinde görme imkanı buldum. Toplantıda öne çıkan tartışmaların ayrıntılarına girmeden bu yazıda öne çıkan bazı konular üstünde duracağım.

Toplantıda genel olarak, etnik ve aşiret aidiyetleri adına siyaset yapan siyasi seçkinleri esas alan, bir parlamenter sistemin savunucuları ile karşıtları arasında önemli tartışmalar yaşandı. Bu sisteme göre, halk resmi olarak aşiret ve etnik özelliklere göre kotalandırılan bir seçim listesine oy vermek zorunda bırakılıyor. Anayasa ve seçim sistemi, aşiret ve varolduğu düşünülen etnik farklılıkları kayırmayı veya farklılıkları yasal siyasal boyuta taşımayı esas alıyor. Yasama gücünü, aşiret ve etnik aidiyetlerle özdeşleştirmeyi esas alan bu sistem, anladığım kadarıyla bir ülkeyi, bölmenin, iç savaşa sürüklemenin ve istikrarsız bir hale getirmenin alt yapısını hazırlıyor. Sistemi ülke bazlı olarak kabaca ele almak gerekir.

Körfez ülkelerinde aşiret esaslı bir parlamenter sistem uygulanıyormuş, bundan dolayı, krallar ile aşiretlerin parlamenter gücü paylaşması sorunu ortaya çıkıyormuş. Mesela Birleşik Arap Emirlikleri, yedi emirliğin ayanlarından/iktidar seçkinlerinde oluşan bir üst meclis ve bu meclisin tayini ile üyelerinin yarısı belirlenen bir milli meclis tarafından yönetilmektedir.

Hiçbir şekilde vatandaşlık aidiyetini esas alan ve yasa önünde eşitlik ilkesine göre kurulan siyasi partilerin kurulmasına ve seçimlere katılmasına izin verilmiyor. Ülkenin yönetici elitleri; siyasi partileri, serbest seçilme hakkı adaylığını ve vatandaşların diledikleri adaylara oy vermesini; fitne ve fesat kaynağı olarak görüyor. Yönetici seçkinler, İhvanı Müslimin gibi radikal hareketlerin önünü bu şekilde kestiklerini gerekçe olarak ileri sürüyor. Aslında dikkat edilirse bu sistem, kişi hak ve özgürlüklerini engellemeyi ve bütün vatandaşların kabile seçkinlerine zorunlu itaat etmesini güvence altına alıyor.

Birleşik Arap emirliklerinde, kral ailesi de bir aşiret sayıldığı için, diğer aşiretler ile krallık arasında tabandan gelen bir siyasi karşıtlık kendiliğinden oluşuyormuş. Bir aşiretin, devlet otoritesine uyması, aşiretin bir başka aşirete itaat etmesi anlamına geliyormuş. Devletin aşiretle özdeşleştirilmesi uygulaması, tahmin edileceği gibi, bürokratik yetkilerin ve ülke kaynaklarının da aşiret mantığına göre bölüşülmesi anlamına geliyor. Bu ülkelerde anlaşıldığı kadarıyla siyasal hareketler, kabile ve aşiret aidiyetleri üstüne kurulu bulunuyor. Anayasal düzen ve seçim sistemi kabile otoritesini meşrulaştırıyor.

Ürdün’de ise, aşiret ve İslamcı cemaatlerin krallıkla ilişkilerini esas alan bir güç çekişmesi sistemi varmış. Bu sisteme göre kral; aşiret ve bölge bazlı seçim listelerini kendisi oluşturmaktaymış. Mesela ihvanın listesine oy verenler aynı zamanda ihvana karşı olan milletvekili adaylarına da oy vermek zorunda kalıyorlarmış. Böylece seçmen iradesi, seçim sistemi ile kralın isteklerine göre sonuçlanmak zorunda bırakılıyormuş. Bu uygulama tahmin edileceği gibi, parlamenter sistemi; sosyal kademelenmenin tavanında bulunan sosyal ağlara ve mütevaris siyasi otoritelere bağımlı kılmakla kalmıyor, aynı zamanda kralın millet vekili adaylarını modüler bir mantıkla şekillendirmesini, dağıtmasını ve farklı varyasyonlara göre gruplandırmasını de sağlıyormuş.

Lübnan ve Irak’ta ise, mezhep, anadil, din gibi sosyal farklılıkları ve aidiyetleri esas alan bir parlamenter sistem yürürlükte bulunuyor. Lübnan 1970’li yıllarda iç savaş öncesinde hazırlanan seçim yasalarına ve anayasaya göre yönetiliyormuş. Ancak göçlerden, şiddet olaylarından, kısmi işgal dönemlerinin etkisinden dolayı Lübnan’da demografik yapı günümüzde çok değişmiş. Lübnan’ın kuruluşu yıllarındaki etnik grupların temsilcisi kabul edilen iktidar seçkinlerinin bir kısmının içi boşalmış durumdadır. Mevcut nüfus dengeleri, mevcut şartlarda anayasal düzende oluşturulan etnik aidiyetlerle uyuşmuyor. Bundan dolayı uzun yıllardır, Lübnan’da nüfus sayımı da yapılmıyor. Vatandaş iradesini bireysel bazda temsil eden bir seçme ve seçilme hakkı sistemi ortadan kalkmıştır. Etnik aidiyetlerin iktidar seçkinleri, yasal olmadığı halde, kimi zaman çatışarak, kimi zaman uzlaşarak ülkeyi yönetmeye devam ediyormuş.

Irak’ın anayasal düzeni ve seçim sistemi ise ABD işgalinden sonra sanki Lübnan’ın sistemi esas alınarak hazırlanmış, Şiiliği, Sünniliği, Kürtlüğü, Türklüğü, Yezidiliği, Asuriliği ve benzeri sosyal aidiyetleri yasal olarak meşrulaştıran, insanları zorunlu olarak bu gruplardan birisine bağımlı kılan bir anayasal sistem hazırlanmış. Bu sistemin Irak’ı istikrarsızlaştırdığı yetmiyormuş gibi, bir de vekalet savaşlarıyla, terör saldırılarıyla ülke içinden çıkılamaz bir istikrarsızlığa girmiş.

Bu yazıyı Irak’da yazdığım için, konuyu biraz daha açmak gerekir. Mesela, yukarıda adı geçen hiçbir etnik grup, “İşgalin seçim kanunu” yürürlüğe girdiğinden beri; seçimlere ortak bir parti listesiyle katılamadı. Yani, ne Şiiler, ne Sünniler ne de Kürtler veya Türkmenler ortak hareket edebildi. Fakat “İşgalin anayasal düzeni” bu duruma rağmen yürürlüktedir. Halk işgalin öngördüğü etnik kimliklere itibar etmiyor.

Bu olay siyasi ve hukuki zorlamaya rağmen insanların etnik aidiyetlere göre siyasi faaliyetlere katılmadığını gösteriyor. Sosyal direnç, emperyal kuvvetler tarafından dayatılan bölücü, ayrıştırıcı ve etnik rekabetçi sistemi, son seçimlere bakıldığına çözümlüyor, kendi içinde parçalıyor. Irak’ta anayasal olarak dayatılan ayrıştırıcı, bölücü, bloklaştırıcı parlementer sistem, siyasal seçkinlerin grupsal rekabetinden dolayı kendiliğinden etkisiz hale geliyor.

Ülkenin seçim sistemini, Türkiye ve Batı ülkelerindeki gibi vatandaşların eşitliğine göre değiştirme çabasında olan milliyetçi gruplar seslerini yükseltmekle birlikte, sistem üzerinde etkili olamıyorlar. Bundan dolayı kaos kaçınılmaz olarak devam ediyor.

Kuzey Afrika’da ise, Tunus ve Cezayir; vatandaşların eşitliğini esas alan bir parlamenter sistem kullanıyorlarmış. Bu ülkeler, Batı standartlarıyla uyumlu bir parlamenter sistemi anayasal olarak kurumsallaştırmış bulunuyor. Ancak Libya’da kabileciliğe dönüşen iç siyasi çekişmeler, Fas’ın krallık denetimindeki parlamenter sistemi, Körfez ülkelerinin bu iki ülkeye karşı uyguladığı taciz politikaları, muhtemelen bu ülkeleri de olumsuz etkileyecektir. Çünkü mevcut Körfez otoriteleri, ABD ve diğer emperyal kuvvetler tarafından korunuyor ve destekleniyor. Suriye, Irak, Libya ve Yemen’de meydana gelen iç çatışmalar ve politik istikrarsızlıklar; sözü edilen güçler tarafından kışkırtılıyor. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri; vatandaşlarına, fırsat eşitliğine dayalı bir yasal sistemi sunmaları ve güvenli bir toplum olmaları vekalet savaşlarıyla engellenmeye çalışılıyor.

Bu başlıklara ve tartışmalara bağlı olarak konuyu ayrıntılandırdığımızda, Arap toplumlarının çoğunda vatandaşların eşitliğini esas alan bir siyasal düzen mevcut değil. Vatandaşlar anayasal olarak zorunlu bir şekilde kabileye, aşirete, dine, mezhebe göre ayrıştırılıyor. Bu sistemi, çok kültürlülük, insan hakları ve eşitlik olarak değerlendiren siyasi seçkinlerin ve sözüm ona liberal aydınların olduğunu da hatırlatmak gerekir.

Türkiye’nin meşrûtiyet, cumhuriyet ve çok partili sistemle olgunlaşan demokratik sistemi ile Arap ülkelerinin durumunu da kısaca karşılaştırmak gerekir. Çünkü sözünü ettiğimiz Arap ülkelerinin bir çoğunun kurucu siyasi seçkinleri ile Türkiye’nin kurucu iktidar seçkinleri, Yıkılıştan önce Osmanlı devletini birlikte yönetiyordu. Neden Türkiye başardı? Araplar başaramadı? Bu konu benim tebliğimin konusuydu.

Bu sorulara verdiğim cevaplardan birisi, Arapların Osmanlı’nın yıkılışından sonra, 1960’lı yıllara kadar manda yönetimi altında olmalarıdır. Bağımsız ve egemen bir ülkeye dönüşememeleridir. Buna karşılık Türkiye’nin Osmanlı devletinin yıkılışından sonra bağımsız ve egemen bir toplum, ülke ve devlet olmasıdır. Ayrıntılar tebliğim yayınlandıktan sonra okura sunulacaktır.

Ama sadece bu gerekçeyi Arap katılımcılara anlatmış olmam, onların sömürgecilik ilkeleriyle oluşturulan modern Arap tarihi konusundaki bilinçlerinde bir travma meydana getirdi. Bu problem doğrultusunda benimle ayrıntılı konuşma ihtiyacı duydular. Çünkü onlara Osmanlı’nın yıkılışı, Arapların özgürlüğü olarak öğretilmişti. Ben onların manda yönetimi altına girdiklerini ve bunun uzun dönemli sosyal ve siyasal bilinç bunalımlarına dönüştüğünü söylediğimde, öğrendikleri tarihin sorunlu olduğunu da görmeye başladılar, sanırım.

Son olarak şunu belirteyim ki, Arap ülkelerinde sömürgecilik döneminden sonra, parlementer sistem ve demokrasi alanında diktatörlüklere rağmen atılan küçük adımlar, Arap baharıyla birlikte maalesef beklenen sonuçları vermemiş. Söz konusu ülkeleri, iç savaşlara yönlendirmiş. Son elli yıldaki kazanımları daha da geriye götürme istidadı gösteriyor.

Paylaş: