Din Sosyolojisi

Dersin İçeriği ve Konuları

  1. Ders: Bir Sosyal Kurum Olarak Din
  2. Ders: Dinlerin Ortak ve Farklı Özellikleri
  3. Ders: Dünya Toplumları ve Din
  4. Ders: Din ve Toplum Kuramları 1
  5. Ders: Din ve Toplum Kuramları 2
  6. Ders: Din ve Sosyal Kurumlar 1
  7. Ders: Din ve Sosyal Kurumlar 2
  8. Ders: Dini, Kurumlar ve Oluşumlar 1
  9. Ders: Dini Kurumlar ve Oluşumlar 2
  10. Ders: Din, Laiklik ve Sekülarizm
  11. Ders: Dini Hareketler ve Şiddet
  12. Ders: Dini Hareketler ve Barış
  13. Ders: Din Yaşantıların Çeşitliliği ve Hoşgörü

BİR SOSYAL KURUM OLARAK DİN

DİN ve TOPLUM

Biz bu dünyada inançsız ve tanrısız yaşayabilir miyiz? Dinin toplumsal hayatta gördüğü işlevi, politika, ideoloji, bilim ve teknoloji yerine getirebilir mi?18.yüzyıldan beri Avrupa’da Batı kültürünün ilahiyatçıları ve sosyal bilimcileri, bu soruları hararetle tartışmaya açmışlar: Dini inançların ve eylemlerin zamanla ortadan kalkacağını; yerini bilimselliğe ve akılcılığa bırakacağını iddia edenler olmuş. Bu amaçla tezler yazılmış, sosyal hareketler başlatılmış, kanunlar çıkarılmış ve dine inanma kimi ülkelerde yasaklanmış. Ancak dine karşı takınılan bu tutumlara karşın, felsefi, sosyolojik ve ilmi anlamda, dinin teknik ve bilim alanındaki gelişmeleri desteklediğini, toplumların ve kişilerin artan refaha ve gelişmeye bağlı olarak dine daha çok ihtiyaç duyacaklarını savunan tezler de olmuş.

Dine karşı olanla; bilimsellik, modernlik ve ilericilik gibi ideolojik akımların dinin yerini alacak gerçek değerler ve kıymet hükümleri oluşturacaklarını ilke olarak kabul edilmişler. Bilimselliğin ilmihalleri yazılmış; yıldızlar ve diğer gök cisimleri bu dinin altın tesbih taneleri olarak şiirlere geçmiş. İnançsızlığı, tanrı karşıtlığını ve tanrısızlığı esas alarak oluşturulmuş bir sanat, edebiyat, resim, bilim ve yaşam biçimi meydana getirilmeye çalışılmıştır. Dini inanç, gerçeküstü ile avunma, korkuları yenme, ilkel saplantı ve iğreti bir üst-yapı kurumu olarak tarif edilmeye çalışılmış.

İnsanların yaşadıkları tarihi tecrübenin dini içerikli olan tarafları başka şekillerde yorumlanmış. Haçlı savaşları ve islam fütuhatı gibi sırf dini amaçlarla yaşanmış ve gerçekleştirilmiş olan dini tecrübe, din dışı seküler ölçütlerle izah edilmiş; cihad  Allah rızası için  harcanan bir gayret olarak değil; ganimet için yapılan bir savaş olarak yorumlanmış.  Diyalektik meteryalizm ve evrimci paradigmaya itibar edenlere göre, milletlerin tarihi tecrübelerinde, mukaddes inançlar için yapılmış olan bir faaliyet yoktur; böyle görünen faaliyetlerin gerisinde yine maddi sebebler vardır; ekonomik  fayda için inaçlar ve sözde mukaddes değerler ideolojik işlev görmüşlerdir.

Fakat somut vakıalara bağlı olarak hakkında bilgi sahibi olduğumuz yaklaşık ikibinyılık dünya tarihinde meydana gelen önemli olayların ve savaşların gerisinde yatan asıl sebeplerin dini kaynaklı olduğu hemen fark edilebilir. Bilhassa batı uygarlığını meydana getiren Avrupada din ve mezhep çekişmeleri, savaşlar ve misyonerlik faaliyetleri sosyal değişmede ve ekonomik kalkınmada çok etkili olmuştur. Hegelci ve Marksçı diyalektik yönteme göre, dinkarşıtı hareketler bile dinileşme eğiliminden kendilerini alıkoyamazlar. Gerçek tarihi vakıalara ve olgulara bakıldığında laikliği anayasal anlamda dindışı bir ideoloji olarak kabul eden fransa bile harici siyasetini dini bir temele oturtmuştur.  Cezayirin işgali, Anadolu’da açılan çeşitli misyoner okulları ve batılı hükümetlerin ısrarla Türkiye’deki hırıstıyanların haklarını kendi güvenceleri yada velayetleri altına alma arzuları bunun müşahhas bir örneğidir.

Materyalist, pozitivist ve marksist filozofların iddia ettiklerinin tersine tanrı diridir.  Bilimsel davranışlar dini inançların yerine ikame olamamıştır. Din her zaman olduğu gibi, bu günde bütün dünyada insanların kendine bağlandığı ve sığındığı mukaddes ilke olma işlevini devam ettirmektedir. Kilise cemaatleri, uluslararası politikalarda krallardan, siyaset stratejistlerinden, uzman bürokratlardan, generallerden ve milletlerarası yapısal dalgalanmalardan, daha etkili olmaktadırlar. Yunanistan halkını, Türkiye’ye karşı kışkırtan kuruluşların başında ortdoks kilisesi vardır. Kardak adası krizinde adaya yunanistan hükümetini temsilen bir ortadoks papazın yunan bayrağını dikmesi ve yunan ordusuna dini bir kisve ile rehberlik etmesi, dinin toplumlar üzerindeki canlı ve dinamik etkisi için önemli bir olaydır. Dünya’daki muhtelif çevre kuruluşlrının ve insani amaçlı sosyal organizasyonların objektif amaçlar dışında dini amaçlarıda vardır. Son yıllarda dünyada meydana gelen özgürlük ve bağımsızlık hareketleri ideolojik temellerini dini inançlarda bulmuşlardır. Çeçenistan, Afganistan, Bosna ve filipinlerdeki bağımsızlık ve özgürlük mücadeleleri aynı zamanda birer dini harekettirler.

İstanbulda yapılan HABİTAT toplantısının katılımcı ve organizatör kuruluşları arasında, modern dini tarikatların yanı sıra, çeşitli hırıstıyan mezheplerini ve tarikatlarını temsilen bir çok kuruluş vardır. Dini kuruluşların bütçeleri birçok üçüncü dünya ülkesinin bütçesinden daha fazladır. Batılı ülkelerde hukuk dini inançlara göre davranma özgürlüklerini güvence altına almıştır. Eğitim kuruluşlarının büyük kısmı çeşitli katolik, ortadoks ve prüten tarikatların hazırladıkları eğitim müfredatına göre faaliyet icra etmektedir. Dünyadaki bir çok yeni birlik, dini ve coğrafik bir temelin kanatları altında işlemektedir. Avrupa topluluğu bu tür kuruluşların tipik bir misalidir.  Sınıf çatışmasına dayalı dünya savaşları paradigması, yerini dini farklılıklara dayalı çekişme ve savaş seneryolarına bırakmıştır.  Türkiye’nin siyasi havası sağ/sol, ve sınıf temeline dayalı ayırımları bir tarafa bırakmış; sınıf ayrımcılığına dayalı siyaset, yerini din ve tarikat çatışmalarına ve kamplaşmalarına bağlı ayırımlara bırakma eğilimindedir. Sekülarizm ve laikcilik  din ve dindarlık karşıtı hareketler olarak, Türkiye’nin siyasi havasını çok meşgül etmektedir.

Üretim organizasyonlarında da dini tavırlara bağlı yenilikler yapılmaya başlanmıştır. Taylorizm, bilimsel ve klasik yönetim teknikleri işletmeler için verimli bir yönetim şekli olmaktan çıkmıştır; işletme kültürü, beşeri münasebetler ve kalite çemberleri teknikleri daha verimli ve insani işletme felsefeleri olarak kabul edilmektedir. İşletme yönetimleri, manevi-dini faktörleri işletmenin verimliliği için daha faydalı bulmaktadır. Doğrusal ve düzlemsel yönlendirmelerin, çalışanları bunalttığı ve onların çalışma şevklerini kırdığı, bilinen ve eleştirilen hususların başında gelmektedir. İşgörenlerin dini inançlarını temsil edebilecekleri işletme ortamları, yeni işletmecilik anlayışında teşvik görmektedir. Dünya çapındaki büyük şirketler, yöneticileri ve işgörenleri toplu dini ayinlere götürerek hizmetiçi eğitme, tabi tutmaktadır. Dini ayinlerle yapılan personel eğitimi işletmeleri ölçek ekonomisinde olduğu gibi, sadece kar üreten kurumlar olmaktan çıkartmaktadır.  Müşteriler, çalışanlar, yöneticiler ve sermayedarlar böyle bir eğitim politikası ile birlikte bir duygu ve amaç birliği içinde olmaktadırlar. Dini inançların işletmelerde bir varlık olarak kabul edilmesi, yönetim ve işgörenler arasında işletme amaçlarının gerçekleştirilmesi için çok faydalı sonuçlar vemektedir.

Sağlık alanında da etik ve dini unsurlar tedavide yoğun olarak kullanılmaya başlanmıştır. Modern medikal sağlık kültürü yerini dini, ahlaki ve  manevi sağlık ve tedavi kültürü ile paylaşma eğilimindedir. Biyopsikososyal sistem yaklaşımı hastalıkların teşhis, tedavi ve gözetiminde kullanılan ve tercih edilen yöntemler olarak kabul edilmektedir. Pozitivizme bağlı partikülarist/parçacı sağlık kültürünü ve kurumunu  insan sağlığı için bir tehdit olarak değerlendiren  sosyologların, ilahiyatçıların, hekimlerin, psikologların ve felsefecilerin sayısı artmaktadır. Bir yüzyıldır etkili olan laik sağlık kültürünün, henüz Türkiye’de olamasa bile, dünyada etkisi azalmaktadır. Dini ve manevi faktörler, insan sağlığını korumada çok önemli işlev görmektedir. Bütün dünya’da saygın bir sağlık kuruluşu olarak kabul adilen, Bosten Metodist Hastanesi bir hırıstıyan tarikatının yan kuruluşudur.

Finans ve ticaret piyasalarında da, dini kurallara bağlı politikalarla çalışan şirketler ve kuruluşlar, müşteri potansiyeli ve üretim kalitasi bakımından daha verimli kuruluşlar olmuştur. Yoğunlaştırılmış arz, ölçek  ekonomisi ve rant gelirleri ile beslenen, klasik kapitalist kuruluşların faaliyetleri, denge durumuna yaklaşmış olan sanayi toplumlarında gayr-ı ahlaki bulunmakta. Bu durum işgörenlerin çalışma şevklerini kırmakta, müşterileri ürün tercihlerinde  ilgili firmanın mamüllerine karşı dikkatli olmaya yöneltmektedir. Rant gelirleri ile beslenen finans kuruluşlarının verimliliği, risk semayesi ile çalışan finans kuruluşlarının verimliliğinden daha az olmaktadır.

DİNİN TANIMI

1-Latincede din; korku, saygı ve sevgi anlamına gelmektedir. Religio kelimesi ile bu durum ifade edilmiştir. Ancak Religio kelimesi aynı zamanda bağlanma ve bir işi tekrar tekrar dikkatli olarak yapmak anlamına da kullanılmaktadır. İnsanların din yolu ile tanrıya ve biribirlerine bağlanmaları, tanrıya karşı saygı, kulluk ve korku duymaları kast edilmiştir. Latince ve diğer batı dillerindeki anlamı ile dinin iki farklı tezahürü vardır. Birincisi, insanlararası bağlılık, tanrıdan korkma ve tanrıya tazimde bulunma şeklindeki dini tecrübeler ki bunlar dinin subjektif tarafını oluşturmaktadır. Bir müminin deruni bağlılık duyarak tanrıya ibadet etmesi, bunu manevi bir his olarak yaşaması ve yaşatması subjektif tecrübeye örnektir. İkincisi dini ibadetlerin tekrarlanıp gözlemlenebilen kurallarıdır. Dini ayinler, toplu ibadetler ve mü’min kimselerin ibadet niyyeti ile tekrarladıkları faaliyetlerin, görünen ve miktar olarak ifade edilebilen objektif tarafıdır.

2-Kur’an-ı kerimde sözlük anlamı ile din; adet, yol, itaat, usul, mükafat ve ceza manalarına gelecek şekilde kullanılmıştır. İslam dinindeki teknik anlamı ile din; Allah-u Teala tarafından peygamberler vasıtası ile insanlara iyilik olsun diye tebliğ edilmiş olan ilahi emirlerin, kanunların ve malümatın tümüdür. İmanın ve islamın şartları, bütün emirler ve nehiler ve bunların uygulaması olan her türlü ameli davranış bu tanımın kapsamına girer. Allah katında din islamdır hükmü, islam’ın ihtiva ettiği her şeyin din olarak algılanması gerektiğini ifade eder.

Yeryüzünde yaşanmış ve yaşanmakta olan dini inançların tümünü kapsayacak nitelikte bir din tarifi yapmak doğru değildir. Tanrı inancını esas alarak yapılacak bir din tarifinde tanrısız dinler; peygamberlik makamını esas alarak yapılacak bir tarifte kültür ve gelenek dinleri; dini ve ahlaki müeyyideleri esas alarak yapılacak bir tarifte, farklı ahlaki uygulamaları bir tanrı sembolü ile ifade eden dinler; kainatın, dünyanın ve insanın konumunu açıklamayı ve anlamlandırmayı esas alarak yapılacak bir din tarifinde bu hususları önemsemiyen dinleri ve metafizik tartışmaları yada açıklamaları önceliyen dinlerin tanımda esas alınması halinde ise bir çok ilkel tabiat dinini tanım dışı tutmak gerekir. Din kurumu cemiyetlerin kültürel yapısı, hayat uslubu ve kainat tasavvuruna göre farklı şekillerde anlamlandırılmıştır.

Dini inançlar, ibadet edilen varlığa, ibadet biçimine, ibadetten umulan beklentilere, dini cemaatin maşeri vicdanına, mahrem kabul edilen  yada edilmiyen eylemlere göre, farklılık arz etmektedir. Bu farklılıkların ve ihtilafların asıl sebebi, dinin ilk ve saf haldeki asıl kaynağımıdır? Yoksa din müntesibi olan milletlerin ve halkların o saf inanca yükledikleri anlammıdır?  Kanaatime göre insanlar her zaman olduğu gibi bu gün de eşit yetenek ve kabiliyetlerle doğmaktadır. Hepsi aynı dini inancı, aynı tanrıya ibadeti, aynı ibadet uygulamallarını ve aynı eylemleri mahrem kabul edecek bir yetenekle doğmaktadır. Meteryalistlerin tabiat, müslümanların Allah kanunu olarak kabul ettiği bu genel kaideye göre, gerçek ve olması gereken din; tanrı inancı, ibadet biçimi, ibadet niyyeti ve mahremiyet ölçütü bakımından birdir. Evrensel olan mutlak bir din olmalıdır. İnsanlar böyle bir inancı kabul edecek vasıflar ve yeteneklerle doğmakta; fakat sosyal çevrenin baskısı ve yönlendirmesi onların bağımsız,özgür ve içlerinden geldiği gibi, doğru dine inanmalarına ve doğru dini yaşamalarına engel olmaktadır.

Yer yüzünde yaşanmış ve yaşayan dinlerde, mahiyet, içerik ve amaç farkları hariç; ortak olarak bulunan özellikler şunlardır: İnanç ve inanç sistemi, İbadet ve kurallı ayinler- menasik, mahremiyet, mumelat ve cemaat duygusu. Varlığına şahit olunan tanrılı veya tanrısız, hak veya batıl, peygamberli veya peygambersiz, politeist veya monoteist, aşkın tanrılı veya panteist, tabiatçı veya tabiatüstücü ne kadar din varsa bunların objektif olarak tesbit edilebilen özellikleri, yukarda belirtilen beş unsurun şeklen hepsinde mevcut bulunmasıdır.

Objektif bir genel din tarifi yapılırsa, bu tarifin efradı şunlar olacaktır: iman, ibadet, muamelat, mahremiyet ve cemaat. İnsanlar hem bedeni hem hissi hem de beşeri olarak, iman, ibadet, muamelat,  mahremiyet ve cemaat tecrübesini yaşarlar yaşatırlar. Beden, insanın biyoorganik; his insanın psişik ve beşeri ise, insan sosyal bağımlılık tarafına tekabül etmektedir. Ancak iman, ibadet, muamelat, mahremiyet ve cemaatin mahiyetlerinin yani objektif olmayan subjektif taraflarının değerlendirme dışı tutulması gerçekçi ve fonksiyonel bir tarif değildir. Çünkü bir dinin toplumu ilgilendiren ve toplumu biçimlendiren tarafı subjektif özellikleridir.

İman, ibadet, mahremiyet, muamelat ve cemaat/cemiyyet unsurları bir dinin temel rükünlerindendir. Bunlardan birisinin değerlendirme dışı tutularak din kurumunun tarif edilmesi, dinin eksik ve yanlış olarak algılanması demektir. Hangi din olursa olsun mutlaka bir cemiyyete, mahremiyet ölçüsüne, ibadet biçimine ve iman sistemine sahiptir. Ancak modern bilimcilik, üretimcilik, sermayecilik, akılcılık ve bunların uygulayıcısı olan, siyasetcilik ve eğitimcilik paradigmalarının etkisi ile din kurumu, daha farklı şekillerde tanımlanmaya çalışılmıştır. Bu gerçek dışı tanımlar dini cemiyyetin dışında bir vicdan, bir duygu ve bazende düşünceden ibaret bir ideoloji olarak tanımladılar. Bütün dinlerin  açıklanmıyan bir sırra, tabiat-üstü bir varlığa, tabii olgular karşısında hissedilen korkuya ve sihire şu yada bu şekilde dayandığını ileri sürdüler. Din kurumunu kaynağı bakımından animizme, totemizme, cemiyyetin ülküsel maşeri vicdanına ve yetersizlikten kaynaklanan korkuya dayandıranlar olduğu gibi, yukarıda belirttiğimiz gibi, tabiiliğin dışında olan gizli sırlar ve büyülerle izah edenler de vardır.

Dinin tabiatüstü gizli bir sırla tanımlanması dinle ilgili olarak bir çok yanlış kanaatin yayılmasına sebep olmuştur. Bu tanım; dini, modern hayatın yukarıda tesbit ettiğimiz ölçülerinin dışında, başka bir tanım aralığına yerleştirmiştir. Teologların ve sosyologların modernciliğin etkisi ile yaptığı din tanımı; dini, yaşanabilir ve uygulanabilir fonksiyonel bir değerler sistemi olmaktan çıkartmayı amaçlamıştır. Bilimciliğin mabedi olarak tanımlayabilceğimiz laboratuvarlara girmek için dinin ve imanın buraların dışında tutulması gerektiği ileri sürülmüştür. Laboratuvara girerken cübbeyi dışarda bırakma özdeyişi böyle bir zihniyetin ürünüdür. Ayrıca Türkiye üniversitelerindeki radikal batılaştırmacı laikci çevrelerin, takılması hanımlar için dini bir emir olan başörtüsünü, bilhassa üniversite labaratuvarlarına sokmamak için, özel yasa hazırlamaları ve başürtüsünü bilimsel çalışma için bir engel olarak değerlendirmeleri, dinin bilimsel hayat dışında tutulması gerektiği şeklindeki bir ideolojik yaklaşımın ürünü olarak mütalaa edilebilir.

Dinin metafiziğe bağlanma ve sır olarak tanımlanması için, dindarların ve dine inanan ortalama bir müminin; inançlarının kaynağını ve taşıdıkları anlamı; bilinmez, fizikötesi bir sır olarak değerlendirmesi gerekir. Halbuki hiç kimse inandığı, uyguladığı ve uğrunda büyük fedakarlıklara katlandığı dini inançlarını, makul olmıyan, tabii kanunlarla çelişen, tabiatın dışında bulunan bir sır ve gizlilikle özdeşleştirmez. Her mümin inandığı dini inanç sistemini gerçek, doğal ve kabuledilebilir olarak bilir. Sosyolojik bağlamda dindarın ve inanan kimsenin, kendi inançları hakkında hissettiği olgulara göre, bir din tanımının yapılması gerekir. Bir dini tecrübenin; araştırmacının şahsi duygularına göre, tesbit edilmiş bir tanım aralığına sıkıştırılması, var olan gerçek hayatla çeliştiği gibi, ilmi ilkelerle de çelişir. Ne bir hırıstıyan, ne yahudi, ne paganist ve ne de animist  herkes inandığı dini değerleri hayatın önemli ilkelerinden kabul eder; gerçek olarak bilir. İnançlarının gizli, bilinmez ve sonsuza ıraksıyan bir sır olarak değerlendirilmesine, gönlü razı olmaz.

Batılı sosyologlar, tarihçiler ve antropologlar tarafından; tabiat halkları, aşağılık barbarlar veya ilkel toplumlar olarak isimlendirilen muhtelif halkların, inanç sistemleri ve kıymet ölçüleri; onları olduğu gibi anlayamıyan bizim gibiler için, bir sır olarak biliniyor diye, bu onların da inançlarını ve dinlerini sırla ve metafizikle açıkladığı anlamına gelmez. Bilakis ilkel yaşam biçiminin zihni ve hissi muhayyilesi somut olgulara, somut malumata dayanır. Dolayısı ile inandıkları her türlü dini kıymeti maddi ve somut nesneler mesabesinde gerçek ve doğru olarak mütalaa ediyorlar. Bu da ilkel dini inancın iddia edildiği gibi, gizli bir sır veya metafizikle açıklanamayacağının önemli bir işaretidir.

Sır ilkel halkların dini sisteminin bir özelliği değildir; bilimsellik ve sekülarizm karşısında inançlarında şüpheye düşen; aydınlanma dönemi hırıstıyan ve yahudi filozoflarının inançlarında sözkonusudur. Çünkü inandıkları kıymetleri, ilmi ve açıklanabilir bulmayan; onu bir sır ve metafizik duygu ve inançla izah edenler bu dönemin teologları, filozofları, bilginleri siyasetçileri  ve bazı kilise babaları olmuştur. Yukarıda sözkonusu edilen laboratuvara girerken dini inancın dışarda bırakılması yönündeki telkinler bunun basit bir örneğidir.

Dinin metafizik ve tabiatüstü kavramı ile açıklanması, fizik ve tabiat olaylarının çok iyi bir şekilde bilinmeye başlanma süreci ve bu konulardaki bilgilerin ideolojik bir değere dönüşmesine bağlı olarak, ileri sürülmüş bir fikirdir. Dolayısı ile tabiatüstü fikri öncelikle tabiiliğin ne olduğu tezine bağlıdır. Neyin tabii olduğu meselesi ise, aydınlanma felsefesi hareketi ile birlikte, bir paradigma haline gelmiştir. Muhtemelen dinin tabiatüstü kavramının tanım aralığına yerleştirilmesi, tabiilik tartışması ile ortaya çıkan bir durumdur. Böyle bir tartışma ise, insanlık tarihi içinde, en çok iki asırlık bir kısa döneme tekabül eder. Oysa din insanla birlikte sürekli olarak var olagelmiştir. İğreti veya marjinal bir sosyal durumu ifade etmez.

Din kurumunun bir sosyal kurum olarak değilde, psişik bir bireysel durum olarak, tanımlanması teşebbüsleri de yaygındır. Din böyle bir zihniyete göre, sadece ferdi egoları tatmin eden, müminle inandığı değer arasındaki ilişkiye dayanan, çok dar bir vicdan meselesi olarak mütalaa edilmiştir. Din toplumsal alandan ayrılmış ve ferdi alanla sınırlandırılmış olmaktadır. Dinin beşeri ve tomlumsal tecrübesi inkar edilmektedir. Cemaatsiz bir din tanımı sözkonusu edilmek istenmiştir. Halbuki sadece ferdi bazda hissedilen bir duyguya, dini tecrübe demenin ilmen imkanı yoktur. Dinin böyle bir tanım aralığına yerleştirilmesi, dini inançlarla çeşitli psişik halisülasyonların, illizyonların, nevrozların ve muhtelif gayrı iradi tutum ve davranışların aynı kategoride görülmesi demektir. Halbuki dini duygu ve his her zaman ve sürekli olarak başkaları ile paylaşılan ve çoğu kere birlikte hissedilen bir duygudur, inançtır. Zaten dinin sosyolojiyi ilgilendiren tarafı, bir çok insanın aynı dini paylaşması ve bu inaç, duygu, değer ve düşünce paylaşımını aynı zamanda, ortak bir eylem biçimi olarak kabul etmesidir.

Dini tecrübe psişik bir olgu olarak ele alınırken, yanlış olarak bazen sadece bir his veya duygu olarak görülür. Bireyin bu tecrübesi, sadece duygusal bir durum olarak mütalaa edilir. Halbuki dini tecrübe bir duygu olmakla birlikte aynı zamanda bir iradi ve akli davranıştır. Dinin sadece bir duygu olarak kabul edilmesi, dinin makul bir gerçek olduğunun inkar edilmesi anlamına gelir. Dinin akıl ve düşünce ile ilgili olan tarafı ihmal edilmiş olur. Tabiatçılık, rasyonalizm ve bilimsellik akımlarının son ikiyüzyıldır egemen bir paradigma olarak algılanması yanılgısı, bazı dindar din teorisyenlerinin; dini,  sadece akıl ve mantık yani düşünce ile ilişkili bir olgu olarak görmelerine sebep olmuştur. İslamiyet akıl, mantık ve bilim dinidir, şeklindeki açıklamalar böyle bir duygunun ürünüdür. Bu duygunun ileri aşaması dini inançların sekülerleşmesi, tabiileşmesi ve duygu alanından tecrit edilmesi ile sonuçlanır. Hırıstıyanlığın sekülarizm ve rasyonalizm karşısında takındığı bu tutum, hırıstıyanlığı yaşanır bir dini tecrübe duygusu olmaktan çıkartmıştır.

DİN ARAŞTIRMALARI

Din sosyolojisi çalışmaları, ilk dönemden itibaren evrimci, rasyonalist, pozitivist ve psikolojist bir karekterde olmuştur. Batı’da her alanda hakim olan, pozitivist mantık, din kurumu hakkındaki araştırmalara da uygulanmıştır. Sömürgeleştirme siyaseti için, dinin yukarıda belirtilen yöntemlerle araştırılması, bilimin sosyo-stratejik amaçlarla uygulanmasına örnektir. Sömürgeci güçlerin milli hedeflerinin gerçekleştirilmesinde, din kurumunun pozitivist bir zihniyetle ele alınması çok pragmatik bulunmuştur. Bir toplumun sömürgeleştirilmesi ve bir devletin yıkılması için sözkonusu toplumun sosyal birliğinin özü ve cevheri olan, din kurumunun kutsi ve mahrem ilkelerinin, ortadan kaldırılması veya sosyal görevini yerine getiremiyecek hale getirilmesi gerekir. Toplumsal çözülme bir toplumun mevcut bulunan değerler sisteminin değiştirilmesi ile artar ve devam eder.

Her din kendini tanımladığı biçimde anlamlıdır. Bir dine, kendini temsil ettiğinin dışında, başka bir yöntemle bakılırsa, o dinin mahremiyeti ve subjektif değeri inkar edilmiş olur. Böyle bir bakış açısı din kurumunun mahremiyet, kutsallık ve inanç tarafını ortadan kaldırılmıktadır. Pozitivist, psikolojist, evrimci ve rasyonalist usullerle din kurumunun ele alınması; dinin, kutsallık, mahremiyet, inanç ve subjektif tecrübe tarafının inkarı anlamına gelmektedir. Halbuki pozitivist bakış açısına göre ilk etapta bir dinde bulunduğu iddia edilmiş olan şartlar bunlardır.

Evrimcilik, pozitivzm, rasyonalizm ve psikolojizm akımlarını din kurumunun araştırılmasına uygulayan batılı sosyolog, din tarihçisi ve antropologların başında, E.B.Tylor (Primitive Kulture ,1871), H.Spencer (Principles of Sociology,1896) J.G.Frazer (The Golden Bough,1945), E.Durkheim(Les Formes Elementaire de la Vie Religieuse,1912)L.Bruhl(Les Fonctions Mentales Dans Les Societes İnferieures,1918) Max Weber(Gesammelte Auf Seatze Zur Religions Soziologie,1923) ve bunların takipçisi olan sosyologlar gelmektedir. Marksistler ise kendilerine özgü olarak geliştirdikleri üstyapı kurumu kapsamında din kurumunu incelemişler. Dinleri, üstyapı kurumu tanım aralığına, yerleştirmişler.

Din sosyolojisi çalışmaları, yukarıda belirtilen felsefi zihniyetlere bağlı olarak dini, üç farklı biçimde araştırma konusu haline getirmiştir. Bunlar; dinlerin kaynağını bilimsel olarak tesbit etmek amacında olan çalışmalar, Din ile dünya arasındaki etkileşimin boyutlarını tesbit etmek için yapılan çalışmalar ve dini cemaatin, dini ve sosyal hayatını inceliyen cemaat çalışmalarıdır. Dinlerin kaynağını esas alarak yapılan çalışmaların bir kısmı psikolojist bir kısmı da sosyolojist karakterdedir. Psikolojist yaklaşımlar dinin menşeini korku, sevgi, saygı ve çeşitli psişik durumlar karşısında karşı karşıya kalınan acziyeti telafi etmeye bağlarlar. Sosyolojist görüşlere mensup olanlar ise, dinin menşeeni sosyalliğe ve sosyal ilişkilerin kendilerini devam ettirme çabasına bağlarlar.