Muhayyel Ermeni Soykırım İkonasının Kurbanları

By | 25 Aralık 2011

Soykırım ikonasıBu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak. İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak, Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması sorunu araştırılacaktır.Ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma -ki Ermeniler bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu –Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir sosyal baskı–ve atasının soykırım suçlusu olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın –Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır- bedeli üstünde durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Muhayyel Ermeni Soykırım İkonası, Diaspora Ermenileri, Soykırım Metaforu İnancı, Muhayyel Soykırım Suçuyla Dehümanizasyon, Maktul Ata Metaforunun Simulasyona Dönüşümü ve Küresel Dolaşımı,  Mazlumiyet Figürü, Muhayyel Suçla Suçlanmanın İşkencesi, Söylemsel Tarihi Suç, Ahlaki Şiddete Maruz Kalma.

 Türkiye son otuz yıldır Ermeni soykırımı yalanıyla itham edilmekte ve suçlanmaktadır. Bu suçlamayı yapan ülkelerin ve güçlerin sayısı her yıl daha da artmaktadır. Türkiye suçlamaya karşı tarihi belgelere başvurarak bunun bir yalan olduğunu dünya kamuoyuna anlatmaya çalışmaktadır. Tarihi metinler ve arşiv belgeleri ile masumiyetini isbatlamaya çalışan bir mahkûm gibi davranmaktadır.

Öte taraftan soykırım yalanının yürütücüsü konumundaki Ermeni Diasporası,  Türkiye karşıtı güçlerle işbirliği içerisinde, Türklerin soykırım suçlusu olduklarına kesin bir inançla, propaganda yapmaya devam etmektedir. Türkiye’nin soykırım yalanıyla mahkûm edilmesi ile yetinmiyor. Aynı zamanda soykırıma inanmayanların yargılanması yolunu da birçok ülkede açmış bulunmaktadır. Diaspora Ermenileri, Ermeni soykırımı inancını inkâr etmenin, bir insanlık suçu olduğunu, birçok ülkenin mevzuatında yasal bir düzenleme haline getirmeyi başarmıştır. Diaspora Ermenileri bununla da yetinmiyorlar. Türk milletinin yaşayan bu günkü neslini katillerin çocukları, torunları ve işbirlikçileri olarak suçlamaktadır.

Bu makalede, ilkin ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanmanın sosyolojisi ve tarihi ortaya konmaya çalışılacak. İkinci olarak, bir milletin tarihte meydana geldiğine inanılan bir olaydan dolayı, katil olarak itham edilmesinin ve suçlanmasının anlamı üstünde durulacak. Üçüncü olarak, Muhayyel Ermeni soykırım inancını kabul etmeme ve böyle bir inanca karşı gelmenin, suç olarak yasalaşması ve tanımlanması sorunu araştırılacaktır.

Anlaşılacağı gibi, tarihi metinlere inilerek soykırımın işlenip işlenmediğini tartışmayacağım. Bu konudaki tartışmalar için tarihi belgeler yeterince açık olsa bile, sonuçta yapılacak tarihi incelemelerde bilimsel bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bilimsel bir açıklamanın ve bulgunun bir inancı ortadan kaldırmaya yetmeyeceği bilim tarihi,  din tarihi ve sosyolojik kaynakları takib edenlerin bildiği bir husustur.

Bundan dolayı, inanç ve dogma haline getirilen tarihi metaforlar için tarihi belgelerin gerçek içeriklerinin fazla bir anlamı da yoktur. Ermeni diasporasının konu ile ilgili anlatımlarına bakılırsa, tarih onlar için yeniden yaratılan ve anlamlandırılan bir araçtır. Yani tarihi metinler, inancın meşruiyeti ve aklileştirilmesi için araç olarak işlem görmektedir.

Bilindiği gibi, tarihi belgelerin ve metinlerin yaşayan inançlar ve söylemler için yeniden yorumlanması, işlenmesi, metaforlara dönüştürülmesi ve inşa edilmesi ilk defa Ermeni diasporasının baş vurduğu bir yöntem değildir. Aynı tavrı ve tutumu 19. ve 20. yüzyılda inşa edilen ulusal kimliklerin ve halen inşa edilmeye çalışılan çeşitli etnik kimliklerin yapılandırılmasında da görmek mümkündür(Balibar E.,1995:112) Çünkü dönemin Avrupası’nda, Ulrich Im Hof’un belirttiğine göre,  “Her ulus efsaneye değil, gerçeğe dayalı olduğunu iddia ettiği kendi geçmişi ile ilgili bir tarihe sahip olduğuna…Ölülerle dirilerin birlikte olduğuna dair”(Duran H., 2002:86) bir inanç geliştirmişti.

Bundan dolayı bu çalışmada doğrudan doğruya olayın tarihte meydana gelip gelmediği ile ilgilenmeyeceğiz. Ataları soykırıma uğramış bir halk olmaya inanma -ki Ermeniler bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar- Ataları soykırım suçlusu olarak görülen bir millete mensup olma duygusu –Bilhassa yurt dışında yaşayan Türklerin karşı karşıya kaldığı bir sosyal baskı-ve atasının soykırım suçlusu olmadığına inanmanın suç sayıldığı bir dünyada yaşamanın –Türkler bu suçu kabullenmeye zorlanmakta ve bu amaçla küresel güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır- bedeli üstünde durulacaktır.

 MUHAYYEL MAKTULLERİN İKONASI:SOYKIRIM METAFORU İNANCI

Ermeni Diasporası, soykırıma uğramış bir halk olmayı, bir inanca dönüştürmüştür. Bu inancı pekiştirme yönündeki çalışmalarına devam etmektedir. Muhayyel ölü atalarının intikamını alamadıklarına inanıyorlar, yanıyorlar. Onlar Baudrillard’ın: “Ermeniler yaşadıklarını isbatlamak için öldüklerini isbatlamak zorundalar” şeklindeki ifadesinin, kendi durumlarını ortaya koyduklarına inanıyorlar.

Fransa’daki Diaspora Ermeni hareketlerinin liderlerinden P. Deveciyan atalarının öldürülmelerine inanmanın kendileri için ne kadar hayati bir önem taşıdığını şu şekilde anlatmaktadır: “Ben ne zaman torunuma baksam onun yaşındaki çocukların bir zamanlar sadece Ermeni olduğu için öldüğünü düşünüyorum. Bu her gün yaşanması imkansız bir acıdır. Bu Yahudilerin yaşadığı travma gibi, çok büyük bir travmadır. Ben bir yüzyıl daha halımın altında kadavralarla yaşamak istemiyorum” (Temelkuran E., 2006) . Asala liderlerinden Avedikyan: “Soykırım demezsem aynada yüzümü göremem”(Temelkuran, E., 2006) demektedir. Bu anlatı, ölümleri propaganda malzemesi olarak kullanmanın ve bir nefreti tarihi/arkeolojik ikonalarla temellendirmenin, en çarpıcı örneklerinden birisidir. Muhayyel kitlesel kıyımın ikonlaşması olarak tanımlayabileceğimiz bir süreç var ortada. Tıpkı kiliselerde Hz. İsanın çarmıha gerilme sahnesinin sürekli gösterimde tutulması ve ikonlaşması gibi bir durum.

Öldürülme, cinayet, zulüm ve işkence görmüşlük üstüne kurulu bir propagandanın, bir varoluş biçimi olarak algılanması ve kabul edilmesi gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Bu ifadeler, cinayet mağduriyeti ve soykırım miti, üstüne kurulmuş bir propagandanın Diaspora için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Ermeniler ataları gerçekten öldürüldükleri için mi? Maktul ata metaforlarına sığınıyorlar. Yoksa soykırıma uğramışlık inancı onlar için başka bir değer mi? Taşımaktadır. Bu konuya açıklık getirmek için soykırıma uğrayan halkız, demekle neyi kast ettiklerine bakmak gerekir.  Soykırıma uğradık demekle birlikte, Türkleri suçladıkları açıktır. O halda soykırıma uğramışlık inancı onlar için aynı zamanda başka bir millete karşı önyargılı olma anlamına gelmektedir. Onlar için soykırıma inanma bir hesaplaşmayı gündeme getirmektedir. Bundan dolayı olsa gerek, Ermenilerin Azeri Türklerine uyguladığı soykırımı Azeri düşünür Cemil Hesenli(Hesenli C., 1997:73), Müslüman toplumlardaki kerbela faciasına, Batı toplumlarında ise 1572’de Paris’te Katolikler tarafından üç bin kişinin bir gecede kıyımdan geçirilmesi olaylarına benzeterek anlatmaktadır.

Bir milleti soykırım yapmakla suçlamanın ne anlama geldiğini daha sonra tartışacağım. Şimdilik soykırıma uğramışlık söyleminin Ermeniler için aynı zamanda Türklere karşı bir kin ve nefret duygusu taşıdığını belirterek asıl konuya dönelim.

Ermenilerin gerçekten soykırıma uğrayıp uğramadıkları tarihi belgelerle açıklığa kavuşacak bir konudur. Bu konuda bir çok tarihi belge soykırımın olmadığını ortaya koysa da Ermeniler yine de soykırıma uğradıklarına inanmak zorunda olduklarını belirtiyorlar. Yukarıda belirtmiştik: Konu gerçekten bir soykırımın gerçekleşmiş olması değildir. Sorun her türlü bilgi ve belgeye rağmen Ermenilerin kendilerini soykırıma uğramış bir halk olarak görmelerinde yatmaktadır.  Bir manada Ermeniler varolmalarını soykırıma inanmaya borçlu olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Durum böyle olunca, ortada bir inancın meşruiyetini ve bir nefretin doğallığını göstermek için etkili propaganda ile kendini var etmeye ve güçlendirmeye çalışan bir etnik kimlikle karşı karşıya bulunmaktayız.  Diaspora Ermenileri, cemaat kimliği ile varoluşlarını devam ettirmek için mazlumiyet ve Türk düşmanlığı inançlarını yeni nesillere öğretmek zorunda hissediyorlar, kendilerini(Göka E., 2007:189).

Bu figürle Ermeniler, farklı siyasi coğrafyalara dağılmış olan ırkdaşlarını ortak bir inanç etrafında toparlamaya, korumaya ve ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Osmanlı devleti döneminde mağduriyet ve mazlumiyet figürleri, Türk karşıtı propaganda da kullanılmaktaydı. Ancak soykırım miti bu dönemde, henüz kullanıma sokulmamıştı. Soykırıma uğramışlık inancının oluşturulması ve bunun dolaşıma sokulması yaygın olarak 1970’lerden sonra gerçekleşmiştir. Her iki durumda da -yani soykırımsız mazlumiyet ikonası ve soykırımlı mazlumiyet ikonası- dağınık yaşayan Ermenilerin ortak bir siyasi etnik kimlikte buluşturulması amaçlanmıştı.  Ancak bu etnik kimlik belli bir coğrafyada yaşayan ve kendini ifade eden bir kimlik de değildir. Küresel çapta, küresel bir güç olarak ve küresel yönlendirme, manipülasyon aygıtları ve güçleri ile kendini ifade eden, anlatan bir kimliktir.

Ermenilerin Türk karşıtı propaganda ile kendilerini siyasi ve ideolojik olarak var etmeye, inşaya ve güçlendirmeye çalışmaları çabalarını, iki ayrı dönemi esas alarak tahlil etmek gerekir. Birincisi Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna kadarki Osmanlı devleti dönemidir. İkincisi ise 1973’ten sonra Türk diplomatların öldürülmesi ile birlikte Diaspora tarafından ileri sürülen ve kısa bir zaman içinde bütün Ermenilerce benimsendiği anlaşılan soykırıma uğramışlık figürünün yoğun olarak işlendiği dönem.

Osmanlı devleti döneminde siyasi ve ideolojik Ermeni propagandası, mağduriyet, hak gaspı, eşitsiz tutulma ve hürriyetten yoksun bırakılma imajlarını, Batı ülkelerinde propaganda malzemesi olarak kullanıyordu. Batı toplumlarının bilinçaltında yatan barbar Türk imajı onların işini kolaylaştırıyordu. Ermeni siyasi ve ideolojik propagandası bilindiği gibi, 1915’ten sonra başlamadı. Bu mağduriyet propagandası çok önceleri vardı. Propaganda bugün iddia edildiği gibi 1915 olaylarını söylemleştirmeden çok önce şekillenmiştir. 1915 olayları Ermeni propagandasına sadece yeni ikonlar ve göstergeler eklemiştir. Soykırım metaforu, 1973 de, Asala tarafından başlatılan terörist saldırılarla birlikte, Ermeni siyasi ve ideolojik propagandasının en önemli figürü olmaya başlamıştır.

Osmanlı devleti döneminde, Ermeniler Türk karşıtlığı imajı ile bütün Ermenileri ortak bir etnik siyasi kimlikte bütünleştirmeye çalışıyorlardı. Ancak bunun gerçekleşmesi için, siyasallaşmış etnik bir Ermeni kimliğinin bütün Ermeniler tarafından benimsenmesi gerekirdi. Fakat böyle bir kimliğin edinimi için önemli engeller vardı. Ermeni halkında Osmanlı döneminde cemaat kimliği olarak tanımlayabileceğimiz,  bir dini kimliğin mevcut olduğu, bu kimliğin geleneksel ilişkilerle kurumsallaştığı ve yaşandığı bilinmektedir. Bu dini kökenli cemaat kimliği,  bu gün söylenen ve yaygın olarak kullanılan etnik kimlik deyimi anlamını ise tam olarak içermez. Kısaca şöyle belirtelim etnik kimlik özünde bir karşı-kimlik bilinciyle içkindir. Oysa dini cemaat kimliğinde karşı-kimlik olma durumu yoktur.

Ermenilerde bir ideolojik siyasi etnik merkezcilik bilincinin uyandırılması gerekiyordu.  Etnik merkezcilik bilinci kendi içinde ayırımcılığı, kendi grubunu diğer gruplardan üstün görmeyi, kendi kimliğini ayrıştıran değer yargılarını, inançları ve yaşam biçimlerini başka gruplarınkinden üstün görmeyi öngörür. Böyle bir önyargı ile etnik kimlik oluşturulmaya çalışılır. Kendini diğer gruplardan üstün görme ve onlar tarafından sömürüldüğüne inanma çoğu kere fiili gerçeklikle alakalı değildir. Öğrenme, uyarılma ve propaganda ile etnik bilinç oluşturulur( Hogg M.A ve Vaugan G., 2007:435).

Siyasi, ideolojik ve etnik Ermeni hareketler, Osmanlı devleti döneminde Ermeni cemaat, fiili olarak mağdur olduğundan dolayı değil, Türk ve Müslüman karşıtı bir propaganda ile etnik kimlik inşa etmenin kolay olacağını varsaydıklarından dolayı, mağduriyet, mazlumiyet metaforlarını propaganda malzemesi olarak ikonlaştırdılar.  Çünkü Hıristiyan olarak Müslümanlardan zulüm görmüş olma imajı, dönemin emperyalist Hıristiyan ülkelerin desteği için çok önemli bir slogandır ve Avrupalılar için hayati bir sorundur.

Ermenilerin siyasi programı Osmanlı devletini parçalamak, Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan devleti kurma şeklinde özetlenebilir. Ermenileri bölgede bulunan Türklerden ve Müslümanlardan farklı bir ulus kimliği altında birleştirme çabası, bu siyasi programın başlangıç ilkesi olmuştur.

Ancak bu siyasi program’ın başarıya ulaşma şansı, uluslaşan diğer halkların mevcut varlıklarına bakıldığında, baştan itibaren mevcut değildi. Muhtemelen bu eksikliği telafi etmek için mağduriyete dayalı etkili propaganda yöntemlerini kullandılar. Bundan dolayı, öncelikle Ermenilerin mağduriyet ve ezilmiş bir halk olma imajını sürekli dolaşımda tutma nedenlerini ve bu yönteme niçin başvurduklarını ortaya çıkartmak gerekir.

Çünkü milli ve etnik kimliklerin inşası her zaman ezilmişlik ve mağduriyet temaları ile kurgulanmamıştır. Bazen toplumun gelenekleri, töreleri, yaşam biçimi kendiliğinden örgütlü milli toplumu oluşturur. Bazen de milli toplum kimliği, kahramanlık, yiğitlik ve zafer miti üstüne kurulur(Hof, U.I.,:1995:264). Kimi toplumlarda ise bu üç yöntem birlikte kullanılır. Ancak bunlardan bir tanesi ağırlıklı olarak işlenir.  Milli kimliklerin inşası ile ilgili ayrıntılı tartışmalar bu çalışmanın konusu değildir. Öncelikle biz, mağduriyet, ezilmişlik ve soykırıma uğramışlık temaları ile kurgulanmaya çalışılan Ermeni kimliği üstünde duracağız.

Osmanlı devleti döneminde, Ermeni siyasi ve ideolojik propagandasının amaçlarını gerçekleşmesi için, baştan beri Ermeni halkının sosyal durumu uygun şartlar taşımıyordu. Ermeniler hep dağınık yaşamışlardır. Tarihte güçlü bir siyasi birleşme ve yönetim oluşturma başarısı göstermemişlerdir. Onların bu durumu, muhtemelen onların Türk ve Müslüman karşıtlığına dayalı, ezilmişlik mitleri oluşturmalarına neden olmuştur. Ermenilerin Osmanlı devleti döneminde, sosyal, siyasi ve ekonomik varlıklarıyla değil, yarattıkları mitolojik metaforlara sığınarak kendilerini ifade etme nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz. Bu nedenler aynı zamanda Ermenilerin ezilmişlik ve mağduriyet duyguları ile kendilerini ifade etme ve gösterme alışkanlığı kazanmasına da sebep olmuştur.

Tarih eksikliğinin mağduriyet imajı ile kapatılması.

Siyasi birliktelik ve var oluş Ermeni tarihçiler için her zaman önemli bir sorun olmuştur. Çünkü siyasal manada örgütlenmiş, bürokratik kurumları ile varlığını ortaya koymuş bir Ermeni devleti tarihte hiçbir zaman mevcut olmadı.  Bu eksiklik onların propaganda ile ve mitolojik inançlarla kin ve nefret üstüne kurulu bir tarih bilinci oluşturmalarına neden olmuştur.

Bilindiği gibi, Ermeni tarih kitaplarında, Ermenilere ait bir  siyasi varoluş ve devlet tarihi örneği yoktur.(Rutland Peter, R., 1995:9). Ermeni tarihleri aşiret, feodal bey ve kilise tarihi ile sınırlı bilgiler içermektedir. Ermeni tarih uzmanları, millet olduklarını isbat edebilmek için, pozitif ilmin kaynağından ziyade, mitolojik söylentilere, varsayımlara, dini hikayelere  köklü bir dine ve dile sahip olduklarını ileri sürerler(Çarşın, M.H., 1996:52). Ermeni tarihi abartılar, yüceltmeler ve efsaneler üstüne kuruludur(Henze, P.,1988:174).  Ermeni terörü kötü saptırılmış bir tarih anlayışına dayanır. Kötü Türk, İyi Ermeni Efsanesi bu anlayışın temelini oluşturur( Justin, M. Carthy, M.J., 1984:81-87).

Aslında Ermeni tarihi özü itibarıyla Gregoryan Ermeni kilisesi tarihidir. Ermeni kültür geleneğinin varoluş biçimi siyasi varoluşa ve ifadeye dayanmaz, dini ve kişisel başarı inançlarına dayanır. Ermenilerin bağımsız bir siyasi varolma biçimi tarihte mevcut olmayınca, bu varoluşu muhayyel bir inanca dayandırma çabası önemli bir ihtiyaç olarak belirmiş olmalıdır.

Bağımsız devlet kurma ve bağımsız bir toplum olma örneği, tarihte yaşanmadığı ve mevcut olmadığı için, bu varolma biçimini engelleyen bir düşman yaratma ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı Ermeni halkı tarihi, Justin M. Carthy’nin söylediği gibi, zalim Türk imajı üstüne kuruludur. Geçmişte yaşanmayan bir varolmayı veya iktidar gösterisini, muhayyel kurgu ile yaşama, bilindiği gibi bütün fanatik dini ve ideolojik hareketlerde rastlanan bir durumdur. Bir gruba ya da ideolojiye katı bir şekilde bağımlı olma ile tanımlanan fundamentalist aidiyetlerde(Göral S., 2007:72) rastlanan bir durum, Ermeni tarih anlayışında içkin bulunmaktadır. Bu durum fiilen yaşanmamış bir geçmişi, başka şekilde imana dönüştürerek yaşama sevdasıdır. Yani tarih eksikliği, mağduriyet, soykırıma uğramışlık,  ezilmişlik duygusuyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Tamamen sosyo-psişik bir muhayyel kurgu ve inançla  karşı karşıyayız.

Vatan eksikliği, siyasi sınırları ve yeri belli olmayan bir vatanın, söylemle oluşturulması 

Ermeni Siyasi doktrinin hedefe ulaşması için gerekli olan en önemli şartlardan ikincisi de vatan denebilecek bir coğrafyadır. Ancak Ermenilerin her yönüyle kendilerine ait olan bir şehirleri, bir coğrafik bölgeleri yoktu. Ermeni vatanı denebilecek bir coğrafya fiilen hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Çünkü Ermeniler Osmanlı coğrafyasında yaşadıkları bütün bölgelerde, nüfus olarak azınlıkta bulunuyorlardı. 1896 yılında Fransa Dışişleri Bakanı M. Hanotaux, Fransa parlamentosunda yaptığı konuşmada Ermenilerin Osmanlı Ülkesinde Ermeni vilayetleri olarak ileri sürülen vilayetlerde bile, toplam nüfusun % 13’ünü oluşturduğunu belirtmektedir. (D.A.G.M., 2002:75)  Rus kaynaklarında da Ermeni nüfusun bulundukları bütün bölgelerde azınlık olduğu belirtilmektedir.

Coğrafik olarak bir kültürün bir arada yaşanmaması ve kültür aktörleri arasında yeterince paylaşılmaması, metaforlara dayalı bir coğrafik yakınlık fikrini meydana getirme çabalarını ortaya çıkarmış olmalıdır. Gerçekten de Ermeni etnik edebiyatında vatan belirli bir coğrafya ile sınırlı olarak gösterilmez. Bir dağın, nehrin ve sokağın özlemi üstüne kurgulanmış vatan imajı daha çok işlenir. Her ne kadar Anadolu’daki belirli bazı bölgeler, Ermeni hareketlerince siyasi propaganda için Ermeni vatanı olarak gösterilmiş ve haritalandırılmış olsa da, söz konusu coğrafyanın her yönüyle bir Ermeni vatanı olmadığı, Ermeni edebiyatında da fark edilebilir.  Çünkü tarihte her yönüyle, yani kültürü, nüfusu, gündelik yaşamı, sanat eserleri ve üretim faaliyetleriyle tamamen Ermeni olan bir şehir bile mevcut değildir.  Muhtemelen bu vatan eksikliği duygusu onları, başkalarına/hemşerilerine karşı, karşıtlık duygularını canlandırmaya ve bu karşıtlık duygusuyla üretilen ezilmişlik, öldürülmüşlük ve mağduriyet imajlarını varolma sorununa dönüştürmelerine neden olmuştur.

Ermeni  geleneği ve kültürünün parçalanması ve yapı-bozumuna uğraması

Ermeni siyasi projesinin önüne üçüncü bir engel daha çıkmıştı. Üçüncü engel, bizzat Ermenileri sözü edilen siyasi ve ideolojik proje için, kışkırtan misyonerlerin propagandalarıyla meydana gelmişti. Çünkü misyonerler geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermenileri, bu kiliseden kopartmışlardı. Onların bir kısmını Protestan, bir kısmını ise Katolik yapmışlardı. Mesela Richter J. ‘in belirttiğine göre, Amerikan Board kontrolündeki Protestan Evangelist misyoner örgütler,  Gregoryan Ermenilerin  Protestan mezhebine inanmaları ve geleneksel dini inançlarından kopartılarak özgürleştirilmelisi(Kocabaşoğlu, U., 2000:53-54) gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü kolonizatör misyonerler,  Ermenileri geleneksel inançları ile kendilerinden saymıyorlardı.

Osmanlı millet sistemi içinde Ermeniler yüzyıllarca dini geleneklerini olduğu gibi korudular, muhafaza ettiler. Kültürlerin paralel yaşaması Osmanlı millet sisteminin en önemli özelliklerinden birisiydi. Ancak Batı kültürü farklılıkların bir arada varolmaları durumunu hoş görmüyordu. Bundan dolayı farklı kültürleri de, kendilerine benzetmeye çalışıyorlardı. Bu benzetme çabası Ermenileri geleneksel kültürden ve inançlardan koparmıştı.

Protestan ve Cizvit misyonerlerin/kolonizatörlerin Ermeni cemaatini kendilerine yakın buldukları doğrudur. Muhtemelen duyulan bu yakınlıktan dolayı, Ermenilere bütün sömürge ülkelerindekine benzer biçimde, yoğunlaştırılmış bir kolonizasyon eğitimi uyguladılar. Bilindiği gibi, Ermenilerin yaşadığı şehirlerdeki Osmanlı toprakları, kolonizatör emperyalist batılı ülkelerce işgal edilmemişti. Buna rağmen Ermenilerin kültürel olarak kolonileştirilmeleri çok erken dönemde başladı.  Çünkü dini inanç yakınlığı Ermenilerin gönüllü olarak misyonerlere ve kolonizasyon eğitimine, kendilerini açmalarına neden olmuştur. Böylece, Ermeniler misyonerlerin vaad ettiği kurtuluş umutlarına inanmakla emperyalist/oryantalist propagandanın gönüllü nesnesi haline geldiler.

Osmanlı devleti döneminde Ermenilerin emperyalizm karşısındaki duruşu, müstemleke halkların batı propagandası karşısındaki duruşu gibidir. Ancak Osmanlı vatandaşı Hıristiyanların hepsi için bu durum ve değerlendirme doğru değildir. Mesela Lübnan ve Suriye bölgesindeki yerli Arap Hıristiyanlarla Anadolu’daki Ermeni Hıristiyanların emperyalistler karşısındaki duruşu, bu bakımdan karşılaştırılabilir. Lübnan ve Suriye Hıristiyanları doğulu ve Osmanlı kimliklerini sonuna kadar korumuşlardır. Bundan dolayı olsa gerek, Edvard Sait gibi anti-Siyonist ve anti-emperyalist aydınların sayısı Arap Hıristiyanlar arasında hayli fazladır.  Ancak Ermeniler arasında Sait gibi aydınların sayısı yok denecek kadar azdır.

Ermeniler misyoner propagandası etkisiyle kendi aralarında değişik mezheplere bölündüler. Çünkü bütün kolonizatör misyoner faaliyetleri, otantik bir doğu kilisesi mensubu olan Gregoryan Ermenileri, Protestan, Katolik ve bu dinlerin çeşitli tarikatlarına irtidat etmeye odaklanmıştı. Bilindiği gibi bu propaganda başarılı oldu. Ermeniler sonuçta geleneksel inançlarından koptu. Katolik oldular. Protestanlaştılar. Bölgede keşif gezisi yapan İngiliz ajan,  M. Sykes, bu misyoner propagandasını, rüzgar ekip, fırtına biçmeye benzetmiştir(Sykes, M, 2000:139)

Muhtemelen bu misyoner fırtınaları otantik Ermeni dini geleneğini parçaladı. Etkisiz kaldı. Ermeni siyasi doktrini bundan dolayı üçüncü bir engele takıldı. Bu dinsel parçalanma ve çözülme önemli bir kimlik ve zihniyet bunalımıdır. Daryush Shayegan’ın emperyalist şiddete maruz kalan doğulu Müslüman milletlerin zihniyet ve kimlik bilinci için kullandığı “Yaralı bilinç”(Shayegan D.,1993) tanımlaması, kolonizatör misyoner propagandasına maruz kalan Ermeniler için de doğrudur. Ermeniler bu yaralı bilinci mağduriyet söylemiyle derinleştirdiler. Ancak suçlu olarak hep Türkleri gösterdiler.  Türk düşmanlığı metaforu, Ermeniler için söylem düzeyinde de olsa misyonerlerin açtığı bu yarayı kapatan bir araçtır.

Misyoner etkisi ile Ermenilerin geleneksel inançları parçalandı. Bu parçalanmanın etkisi ile oluşan yaralı bilinç onları bir günah keçisi aramaya yöneltti. Bu günah keçisini de onları geleneksel kimliklerinden kopartan Protestanlar ve sömürgeciler,  onlara gösterdi. Günah keçisi olarak Türkler seçilmişti. Protestan hareketlerin yöntemleri ile oluşturulan bu propaganda figürü ve göstergesinden dolayı, geleneksel Ermeni Gregoryan kilisesine bağlı olan Ermeniler, Protestan müfrit gruplara katılmak zorunda kaldılar.  Ve Türkler günah keçisi konumuna indirgenerek Batı kamu oyu tarafından sürekli suçlandılar.

Ermeni masumiyeti ve mağduriyeti imajı, Türklere saldırmayı meşrulaştırıyordu. Onun için misyonerlerin de amacına hizmet ediyordu. Bu durum, Amerikan ırkçı beyazların tarım mahsullerinin kuraklıktan dolayı düşmesinin suçlusu olarak siyahları cezalandırmasına benzemektedir. Türk karşıtlığı imajı, kendini kaybeden bir kültürün kendini bulması için araçsal bir işlev görmektedir.

Değerini gizlilikle arttıran mahrem ilişkiler:Gizli anarşist hareket ve kutsal itaat örneği olarak Ermeni örgütler

Ermeni siyasi projesini akamete uğratan dördüncü faktör ise, Ermeni çetelerini gizli bir şekilde örgütleyen emperyalist devletler olmuştur. Gizlilik bu çetelerin en önemli örgütsel değeriydi. Örgüt emirlerine körü körüne bağlılık bu gizlilikle sağlanıyordu. Kaynaklar 19. yüzyılda Rusya’da ve Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde örgütlenen nihlist-anarşist gruplarla Ermeni çeteleri arasında yoğun bir işbirliğinin ve temasın olduğunu belirtmektedir.  Düzene isyan ve gizli dayanışma bu anarşist grupların en önemli özelliğiydi. Nihlist anarşist tavır nisbeten açık olan geleneksel Ermeni kültürünü ve toplumsal yapısını yapı-bozumuna uğratmıştır

Ayrıca Ermeni çetelerin bir kısmı, Rusya’nın, bir kısmı Fransa’nın, diğer bir kısmı ise İngiltere’nin kontrolündeydi. Birinci Dünya savaşına kadar bu çeteler hem Osmanlı devleti, hem yerli Müslüman komşularıyla hem de kendi aralarında çatışıyorlardı. Birinci Dünya savaşında her üç emperyalist güç, Osmanlı devletine birden saldırınca, onların direktifi ile Ermeni örgütleri Rusların safında Türklere karşı savaşa katıldılar. Dolayısıyla emperyalist güdüm her ne kadar Ermeni siyasi doktrini projesini gerçekleştirmek için kurgulandıysa da fiili, bürokratik örgüt düzenleri ve iktidar çekişmeleri, Siyasi doktrin projesini fiilen kendi kendini çürüten bir şekle sokmuştur.

Örgütsel gizlilik ve kapalılık aynı zamanda mitolojik kurgulara inanmayı da kolaylaştırır. Onların halk arasında kökleşmesini sağlar. Çünkü yukarıdan gelen emirlerin sorgulanmadan uygulanması, cemaat üyelerinin biri birleriyle gönül rahatlığı ile konuşamaması, efsanelerin kurgulanmasına neden olur. Aynı durum kapalı bir dini örgütle yapılanan ve örgüte inanmayı dini bir rükün olarak gören bütün fundamentalist gruplar için de geçerlidir.  İşte bu gizlilik kurbanlarla ve muhayyel ölü ruhları ile beslenen intikam ve nefret duygularını besler.

Bu gizliliğin beslediği Türk karşıtı duyguyu, Hıristiyanların Yahudilerden nefret etmesi duygusunun kökleşmesine neden olan, Hıristiyan inancına benzetebiliriz. Bilindiği gibi ilk Hıristiyanlar gizli olarak örgütlendiler. Kilise gizli kutsal cemaat anlamına gelir. Yahudilerin Hz. İsa’yı Roma’ya ihbar etmesi, bu ihbar üzerine Hz. İsa’nın çarmıha gerilek kurban edilmesi, Hıristiyan inancında her zaman çok önemli bir metafor olmuştur. Bu metafor anti-semitik duyguları beslemiştir. Bundan dolayı Yahudiler Avrupa’da tarihin her döneminde taciz edilmişler, soykırıma uğramışlar, baskı görmüşler. İşte gizli Ermeni örgütlenmesi Ermenilerin Türk karşıtı bir nefret duygusu ile beslenmesine neden olmuştur. Bu nefret böylece inanca dönüşmüştür.

Halk aydın çelişkisinin gayrı resmi bir baskıya dönüşümü, Kötü Türk ve komşu Türk  inançlarının diyalektiği

Ermeni siyasi doktrini projesinin etkisiz olmasının beşinci sebebi ise, Ermenilerin halk olarak Müslümanlarla, Türklerle birlikte yaşama konusunda çağlara yayılan bir geçmişe sahip olmaları ve çoğu Ermeni’nin Ermenice’yi unutmuş olması, Türkçe ve Kürtçe konuşmasıdır.  Bilindiği gibi, birçok Ermeni Türkçe şiirler ve şarkılar yazmıştır. 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Türkçe söyleyen ve şiirler yazan Ermeni aşık ve yazar sayısı 400 üzerindedir. Ermeniler ve Türkler ortak adetleri yaşamaktaydı. Komşuluk ve dostluk ilişkileri, her iki halk arasında sevgiye ve dayanışmaya bağlı olarak yaşanmaktaydı. Aşağıdaki hikaye Türk ve ermeni halkın karşılıklı iyi ilişkilerini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır:

19 (259).
SARGİS YETARYAN’IN HİKÂYESİ
(1907, Afyonkarahisar doğumlu)
“MEZARINA NUR İNSİN”

Eskiden Türkiye’de Ermeniler dürüst ve fedakârca çalışmaları sayesinde itibar görürlerdi. Ermeniler Türklerle barışık olarak ve barış içinde yaşarlardı; ama Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin çok sayıda kayıpları oldu.Türkiye’nin birçok bölgesinde Ermeniler Türkçe konuşurdu. Bizim şehrimiz, Afyonkarahisar’dan başlayarak Uşak, Eskişehir, Akşehir, Bursa, Kesarya[Kayseri], Yozgat, Çar, Gemerek, Konya, Adana, Bilecik, Kütahya, Maraş, Antep, Elmalı ve diğer birçok yerde yaşayan Ermeniler Türkçe konuşurlardı ama kiliseye bağlıydılar. Ben küçük bir çocukken, kiliseye gittiğimi, yetişkin erkek ve kadınları diz çöküp dua ederken gördüğümü hatırlıyorum. Ayinden sonra da Türkçe vaaz verilirdi. Vaazında papaz şöyle derdi: “…Ermeni Hristiyanlar, birbirinizi sevin, başka milletleri de sevin; Osmanlı Hükümeti’ne tam olarak itaat edin; Hükümet’in devamlılığı için elinizden geleni yapın; vatandaşlık görevlerinizi yerine getirmek için hiçbir gayreti esirgemeyin…”
Türk kadınlarının siyah çarşaf giydiklerini, Ermeni kadınlarının ise onlardan ayırt edilebilmeleri için beyaz mahrama giydiklerini hatırlıyorum. Onlar da birbirlerine karşı sevgi dolu ve birbirleriyle uyumluydular.
Afyonkarahisar’da büyük bir yangın olduğu anlatılırdı. O sırada annem beni doğurmuş; ama korkusundan ağır bir şekilde hastalanmış; göğsündeki süt kurumuş ve artık beni emziremez olmuş. O dönemde bana verebilecekleri suni besin de yokmuş. Bizimkiler de annemin hastalığıyla meşgul olduklarından beni unutmuşlar; zira şöyle düşünmüşler: tekrar çocuk yapmak mümkün ama anne sahibi olmak mümkün değil. Amcamın karısı Sandukht Türk askeri hastanesinde hemşire olarak görev yapıyormuş. O etkin ve becerikli bir kadındı. O yüzden kendisine “Osmanlı Sandukht” derlerdi. O da yeni doğmuş bebeği, yani beni düşünen olmadığını görür; beni alıp Türk mahallelerine götürür. Bir eve girer; bakar ki, kadının biri çocuğunu emziriyor. Ona şöyle der: “Kızım, çocuğuna bir kardeş getirdim. Bunun anası doğumdan sonra hastalandı; sütü yok. Allah aşkına bunu da emzir ki, ölmesin. Ben senin bu iyiliğini unutmam.”
“Seve seve emziririm anne” der Türk kadın “ne kadar gerekirse emziririm; sütüm çok.” Ve o iyi kalpli Türk kadın beni kucağına alır; başlar emzirmeye, ta ki ben biraz büyüyünceye kadar.Yeterince büyüyüp olgunlaştığımda bütün bunları bana amcamın karısı Sandukht anlattı. O zaman ben hayatımı, görünüşe göre çoktan rahmetli olmuş o Türk sütanneme borçlu olduğumu hissettim. Allah ona cennette bir yer nasip etsin; zira ben onun sayesindedir ki 90 yıldır yaşıyor ve size hayatımı anlatıyorum. Hayatımın o kadar da mutlu geçmediği doğrudur ama, ben hep onun mezarına nur inmesi için dua ediyorum(
V.Svazlian: 2004)

Ermeni halkı ile Müslüman Türk halkı arasında gündelik hayat dostluk samimiyet ve iyi komşuluk üstüne kurulu idi.  Bu ilişkiyi, Ermeni şair, Aşık Emir  (Öl. 1882) Türkçe yazdığı şu mısralarda belirtmektedir: Din ayrı, möhkem gardaşıg/ Senin bahtına benzerik/ Gol bir, el bir eli yek, birlikte dağık (dağız)/ Ayrılıgda, nazik bir goluk (kuluz)(Arıkan Z., 2003:52-53)

Ermenilerin dil sorunu konusunda Mayevsky  şunları belirtmektedir: Öyle Ermeni köyleri vardır ki, Kürtçe’den başka hiçbir lisanla mütekellim değiller( Mayevsky, 2007:187). Başpiskopos Vahabetian 1895’te Anadolu’daki ihtilalci Ermeni gruplarına gönderdiği talimatnamede, Ermeni çocukları ile Türk çocukları arasında bir sevgi ve şefkat ortamının tesisinin engellenmesi için önlem alınmasını ve Ermeni çocukların Türk okullarına gönderilmemsini(D.A.G.M. 2002:37) özellikle tembihlemektedir.

Ayrılıkçı Ermeni örgütlerle Ermeni halkı arasında Türkler konusunda anlaşılan çok önemli ve derin farklılıklar ortaya çıkmıştı. Ayrılıkçı Ermeni hareket, modern değerlerle hareket ederek Ermeni varlığını ideolojik tabanlı siyasi bir varoluşa dönüştürmek için çaba sarf ederken ve propaganda yaparken, geleneksel Ermeni kültürünü ve cemaat kimliğini modernleştirmeye çalışırken, aslında aynı zamanda Ermeni varoluşunu tabii tarihi bağlamından kopartmış olmaktadır. Bu bir kültürün kendi kendine yabancılaşmasıdır.  Bir inancı, geleneği ve kültürü geleneksel bağlamından koparıp, onu modern ideolojik söylemlerle yeniden inşa etme, aynı zamanda o kültürü yapı bozumuna uğratmaktır.

Ermenilerin tabii kültüründe Türklerden nefret imajı o kadar belirgin değildir. Bu imaj ayrılıkçı Ermeni örgütler tarafından Ermeni kültürüne eklemlenmiştir.  Ermeni propagandası öncelikle bu birlikteliği yıkmak zorundaydı. Bunu gerçekleştirmek için barbar Türk imajını bütün Ermenilere kabul ettirmek zorundaydı. Terörle, misyoner desteği ile ve köklü inanç farklılıklarıyla desteklenen ayrılıkçı Ermeni propagandasına rağmen bir çok Ermeni Osmanlı devlet yönetiminde önemli görevlerde bulunmaya devam etmiştir.

Meslek, sanat ve ticaret becerileriyle tanınan sınıfların bu becerileri dünya çapında dolaşıma sokması: Ermenilerin ekonomik göçü

Ermeni siyasi projesinin akamete uğramasının altıncı nedeni ise, Ermenilerin ekonomik amaçlar için Avrupa ülkelerine ve Amerika kıtasına göç etmeleridir. Tehcir kanunundan ve 1895-1896 Ermeni isyanlarından önce, bir çok Ermeni, eğitim, ticaret ve benzeri amaçlardan dolayı sözü edilen ülkelere göç etmişti. Zaten dağınık olan Ermeniler bu ekonomik ve refah arayışı göçlerinden dolayı, Dünya’nın bir çok ülkesine dağılıyorlardı. Bulundukları bölgelerde gettolar oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu gün kendilerine Diaspora Ermenileri denilen grupların temelleri, 1890’lı yıllardan önce atılmıştı. Bu nüfus dağılmışlığı  durumu karşısında gösterilecek tepki, önceki dağılmışlıklara karşı gösterilen tepki biçimlerinden etkilenmekle kalmadı, tamamen modern refleksler şeklinde biçimlendi ve daha etkili metaforların oluşturulmasına neden oldu.

Ermenilerin ekonomik varlıkları da ayrılıkçı ermeni hareketleri önünde önemli bir engel teşkil etmekteydi. Çünkü 19. yüzyılda Osmanlı devletinde iktisadi bakımdan toplumsal statüsü en yüksek olan cemaatlerin başında Ermeni iş adamları, tüccarlar ve politikacılar gelmekteydi. Ermenilerin çok önemli ekonomik imtiyazları vardı(Umar, Ö.O.2003:122).Ülkenin ekonomisini onlar yönetiyordu. Refahı bırakıp ayrılıkçı terörist hareketlere katılma çok zordur. Bundan dolayı ekonomik, siyasi ve bürokratik konumu iyi olan Ermeniler ayrılıkçı Ermeni hareketlere katılma konusunda her zaman mütereddit davranmışlardır.

SOYKIRIM METAFORU İKONASININ MEDYATİK VE KÜRESEL ŞİDDETE DÖNÜŞÜMÜ: ERMENİ SOYKIRIM PROPAGANDASI

Ermeni siyasi doktrini yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı gerçeklere dayanmıyordu. Bu eksikliği telafi etmek için, Ermeni siyasi ve ideolojik varoluşu, baştan itibaren sloganlar ikonalarla ve göstergelerle anlatıldı. Slogan ve gösterge ise sanal bir varolma ve ifade biçimidir. Bir dogmadır, bir mittir. Söylencelerde ve Mitlerde ilk zaman, şimdiki zamanı değerlendiren bir ölçüdür. Mit izin verdiği sahtecilik aracılığı ile, kökenini unutmuş bir toplu varoluşun yeniden düzenlenmesi ve eleştirilmesi için araçsal bir işlev görür.(Besnier, M.J., 2003: 825) Ermeni soykırım metaforu bu bakımdan Türklere eziyet için kullanılan bir aygıt olmakla birlikte, sanal alanda bir gösterge olarak siyasi ve ideolojik Ermeni varoluşu için de önemli bir dayanak işlevi görmektedir.

Diaspora Ermeni propagandası bundan dolayı mazlumiyet metaforunu çok eski tarihlere dayandırmakla birlikte, bunu halen kendilerine tatbik edilen bir işkence olarak  kabul etmektedir. Yaşanan durumun olumsuzluklarını, yoksunluklarını inşa edilen tarihsel metaforla yeniden yaşamak, onların inancına göre bir ibadet olduğu gibi, aynı zamanda karşı tarafa, ötekine yani düşmana karşı bir kin, nefret ve intikam duygusunu da beraberinde yaşatır, canlandırır. Türklerden intikam alma, siyasi ve ideolojik Ermeni hareketlerinin doğasına bu yol ile girmiş bulunmaktadır.  Asala liderlerinden Avedikyan’ın: “Soykırım demezsem aynada yüzümü göremem”(Temelkuran, E., 2006) şeklindeki ifadesi, yaşayan Diaspora Ermenilerinin bu metaforla varoluşlarını canlandırdıklarının tipik bir örneğidir.

Diaspora Ermeni propagandası Türklere şiddet ve saldırı uygulama teması üstüne kuruludur. Ermeni Diasporası öldürülmüşlük, ezilmişlik metaforu ile kendini kabul ettirmek ve bu muhayyel cinayetin suçlusu olarak Türkleri yargılatmak için, doğu toplumlarına özgü olan kan davası örneklerinde benzerlerine rastladığımız bir intikam duygusunun meşruiyetini propaganda yoluyla küresel güçlere ve Türklere kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu amacı gerçekleştirmek için propaganda tekniklerini etkili kullanmaktadır. Dolayısı ile propaganda ile inşa edilen bir siyasi etnik ve karşıt kimlikle karşı karşıya bulunmaktayız. Saldırganlığı kışkırtan şey ise yapılan sosyo-psişik araştırmalara bakılırsa yaşanan nesnel gerçekler ve engellemeler değildir. Bilişsel öğrenmelerle yani propaganda ile ayırımcılık ve saldırganlık öğrenilmektedir.

Mesela Türk büyük elçilerine saldıran Ermenilere bakıldığında bunların hiç birisinin soykırım propagandasında iddia edilen olayları, engellemeleri ve mağduriyetleri yaşamadığı görülmektedir. Birinci kuşak Ermenilerde Türklere karşı önyargı, ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilere göre daha azdır. Türk diplomatlarını katleden Ermenilerin hemen hepsi çok genç insanlardı ve 1915 sevk ve iskânından sonra yabancı ülkelere gidip yerleşen Ermenilerin torunlarıydı. Hemen hepsi yaşamlarında bir Türk ile karşılaşmamıştı. Büyük çoğunluğunun sabıkası yoktu. Bu durumda olan kişilerin cinayet gibi son derecede ağır bir suçu işlemeleri ilk bakışta makul görülmüyordu. Normal koşullarda 1915 sevk ve iskânına tâbi olan birinci kuşağın Türklere karşı bu olumsuz duyguları beslemesi beklenirdi. Onların çocuklarının oluşturduğu ikinci kuşağın ise anne ve babalarının aksine, bulundukları ülkeye uyum sağlamaları nedeniyle, soykırım söylentilerine daha az önem vermesi gerekirdi. Torunları oluşturan üçüncü kuşak için ise bu söylentilerin fazla bir değeri olmaması normaldi. Ancak bu konuda gerçeğin farklı olduğu ve söz konusu üç kuşak arasında Türkiye ve Türklere en az kin besleyenlerin birinci kuşak olduğu görülmüştür(Lütem, Ö.E:2008) Olaylar soykırım ithamının etkili bir propaganda ile inşa edildiğini göstermektedir. Çağdaş propaganda tekniğinin  en önemli aşamaları, bir siyasi doktrinin; programa, programın slogana, sloganın refleks uyandırıcı resimlere indirgemedir(Ellul J.2003:385). Diaspora Ermenileri, propagandanın bu aşamalarını başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş görünüyorlar. Yoksa üçüncü nesil, Diaspora Ermenileri bu bilinçte olmazdı.

Siyasi ve ideolojik Ermeni hareketler propagandada, ilkin Hıristiyanlıktan kaynağını alan maduniyet, masumiyet, mazlumiyet metaforlarını kullandılar. Bu metaforlar onların geleneksel inançlarında zaten vardı. Soykırım ifadesi nasıl ki Yahudilerin acılarına kutsal bir anlam kazandırdıysa aynı şekilde, Ermeni propagandasına da kutsal bir değer kazandırmıştır. Hatta Hıristiyan inancına göre, soykırım yani toplu kurban olma, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi kutsal bir uygulamadır. Kurban olma aynı zamanda yeni bir dönemin başlangıcıdır(Garaudy R.,1997:158) Siyasi ve ideolojik Ermeni hareketlerin, soykırım inancı ile kendilerini ifade etmelerinin sebebi, varoluşlarını kutsal bir inanca dayandırma çabalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu toplu kurban inancı/soykırım, yeni bir dönemin de başlangıcı ve müjdeci olarak kutsanır. Bir insanı ideolojik olarak ikna etmenin en güzel tekniklerinden birisi böyle bir inancın kullanımda tutulmasıdır. Ve Ermeni Diasporası bunu başarılı olarak kullanmaktadır.

Mazlumiyet, mağduriyet metaforları, Emperyalist Batı devletlerinin kamuoylarını, geniş Osmanlı coğrafyasında dağınık bir şekilde yaşayan ve ticari amaçlarını her şeyden önemli gören Ermeni halkını uyarmak ve canlandırmak için, araçsal bir değere dönüşmüştür. Ermeniler siyasi ve ideolojik etnik kimliğin korunması ve inşası sürecinde, seçici bellek, aidiyetin korunması ve dış gruplarla farklılaşmanın abartılmasını sağlamaya çalıştı. Tarihi metaforlar Diaspora Ermeni propagandasında araçsal bir işlev gördü (Bilgin N., 2006)

Yani Türk karşıtı Ermeni propagandasında, geleneksel inanç modern bir metafora dönüşmüş bulunmaktadır. Geleneksel bir inancın yeniden üretilerek modern metafora dönüşmesi durumu burada ortaya çıkmış bulunmaktadır. Aynı tutum bütün modern Batı kolonizatör devletlerin kurumsallaşmasında, milli bütünlük oluşturmasında ve başka milletleri hakimiyet altına alma süreçlerinde de başarılı bir şekilde uygulandı. Nazilerin Yahudileri toplu kıyımdan geçirmeden önce kullandığı propagandaya benzer bir propaganda ile karşı karşıya bulunmaktayız. Çünkü Naziler Yahudi düşmanlığı metaforunu eski inançtan almakla kalmadılar. O inancı, modern disiplin, bürokrasi ve propaganda yöntemlerinin uygulamasında aynı zamanda araçsal bir değer olarak da kullandılar.

Bundan dolayı muhayyel Ermeni masumiyeti, mazlumiyeti ve soykırıma uğramışlık miti, etkili propaganda teknikleri ile kullanıma sokuldu. Bu modern propaganda teknikleri ise, J. Ellul’un belirttiği biçimde ifade edecek olursak; eleştiri yeteneğinin bastırılması, güçlü bir sosyal bilincin oluşturulması ve kutsal bir alanın yaratılması(Ellul J., 2003:387)  aşamaları ile biçimlendirilmeye çalışılmıştır.

Ermeni propagandasının aldığı niteliği tanımlamak için Stjefan G. Mestrovic’in  Sırp saldırganlığını ifade ederken kullandığı geçmişe ait duyguların denetimi( Mestrovic S.G.,1999:56)  ve yönetimi kavramsallaştırmasını kullanmak, konuyu anlamamızı kolaylaştıracaktır.  Sırplar Boşnakları ve Arnavutları toplu kıyımdan geçirirken Kosova savaşında uğradıkları mağlubiyetin intikamını aldıklarını iddia ediyorlardı. Dünyaya biz Türkleri öldürüyoruz diyerek saldırganlıklarına meşruiyet kazandırıyorlardı.   Ermeni Diasporası, toplumun geçmişine ait olduğu var sayılan muhayyel toplu acıları ve kurbanları çok kolay bir şekilde kontrol etti. Tıpkı Sırpların Kosova savaşı ile ilgili duyguları canlandırması, denetlemesi ve yeniden kullanıma sokması sürecinde olduğu gibi. Çünkü zaten bu acı ve kurban metaforunu kendisi kurgulanmıştı. Başlangıçta propaganda modern yöntemlerle kurgulandı. Ancak şimdi post modern düşünürlerin sözünü ettikleri ikonlaştırma, figürleştirme ve göstergelerin dolaşıma sokulması,  propagandada etkili bir şekilde kullanılmaktadır.

Diğer taraftan propagandanın sloganlarını ve göstergelerini belirleyenler ise, gizli bir şekilde örgütlenen Ermeni Taşnak örgütü gibi örgütlerdi. Propagandanın bu iki faktör etkisiyle biçimlenmesi zulüm, eziyet ve azap görme metaforlarını baştan itibaren bir inanç şeklinde benimsetme ile sonuçlandı. Çünkü bu propaganda geleneksel olarak Hz. İsa’nın dolayısıyla tapınılan tanrının zulüm ve işkence görmesi metaforu ile destekleniyordu. Bilindiği gibi, Hıristiyanları bir birine bağlayan olgu, Hz. İsa’nın kurban edilmesi olgusudur.(Bataille G., 1995:15) Ermeni propagandası kıyıldıklarına inandıkları atalarının Hz. İsa gibi bir bedel için ölüme razı olduklarını varsaymaktadır. Propagandada içkin olan inanç budur. Ancak Yahudilerin yerine bu kez Türkler kondu.  Bunu ilk Hıristiyan cemaatlerin Roma korkusu ile gizli örgütlenmesine benzetebiliriz. Bu gizlilik kiliseyi/cemaati kutsallaştırdı. Kehanetleri ve beklentileri kutsallaştırdı. Kabalacılığı yaygınlaştırdı. Ermeni siyasi ve ideolojik hareketinin başlangıçtan itibaren gizli örgütlerce yönetilmesi, Ermeni propagandasının metaforlara, kurgulara önyargılı suçlamalara göre biçimlenmesine neden oldu.

İnancın eleştirisi olmaz. Dolayısıyla Ermeni propagandası söyleminde soykırıma uğramış olma tarihi bir yaşanmışlık durumu değildir. Bir inançtır. Böylece Ermeni propagandasının eleştirisi bastırıldı. Farklı düşünen Ermeniler ağır bir şekilde cezalandırıldı. Propaganda da terör etkisi denilen bir ruh söz konusu olunca farklı düşünme imkanı da ortadan kalkar. Hatırlanacağı gibi Propaganda 1973 yılında Los Angeles’te bir gösteri salonunun sahnesine Türk başkonsolosu Mehmet Baydar’ın sahneye davet edilerek bütün izleyicilerin önünde öldürülmesi ile başlatıldı. Şiddet ve öldürme ile başlatılan bir soykırım propagandası ve mağduriyet imajı, Ermeni propagandasının ne kadar fanatik bir yapı ile kurgulandığının da tipik göstergesidir

Türk karşıtlığı ve mazlumiyet Ermeni örgütleri tarafından yaratılan bir metafor olduğu için, ortalama bir Ermeni tarafından eleştirilemez, sorgulanamaz. Ermeniler Kiliseye, Hz. İsa’ya  Hıristiyanlığa ve dinin kutsal sakramentlerine iman ettikleri gibi, Türklerin kendi atalarını öldürdüklerine inanmak zorunda bırakıldılar.  Propaganda’da oluşturulan kutsal alan bu şekilde ortaya çıkmış oldu.

Bu propaganda tekniği daha önce Batı toplumlarının canlandırılması ve Dünya çapında bir güç olmaları için etkili bir şekilde kullanılmıştı. Mircea Eliade’nın belirttiğine göre, kökene dayalı mitler, Avrupa kültürlerinde yaşamaktadır. Batı devrimlerinin hepsi kendini yeniden yapılandırma, Reform, Rönessence olarak tanımlar. Reform kutsal kitaba dönüş, Fransız ihtilali, Roma ve İsparta’ya dönüş, Nazi Almanya’sı Ari ırkı ruhuna dönüş, Marksizm, altın çağa ve binyılcı kehanete dönüşün örnekleridir(Besnier M., J., 2003:825). Çünkü, Mit kitleleri harekete geçirmek, ortak bir ruh oluşturmak ve her türlü mantığı hiçe saymak için Marksistlerin bile baş vurduğu bir yöntemdir(Besnier M., J., 2003:826).

Ermeni ihtilal hareketlerinin alt yapısı Batı Protestan ve Katolik misyonerler tarafından hazırlandığı için, Batı toplumlarının inşasında kullanılan mitler ve metaforlar Ermeni propagandasında da kullanıldığını daha önce belirtmiştik.  J.Derrida, “…Hiçbir zaman mevcut olmamış ve hiçbir zaman olmayacak bir geçmişin…”(Balibar1995:109) varlığından bahseder. Bu sözde, geçmiş yaşam inancına dayalı varoluş, diriliş, saldırı veya ifade biçimleri, Batı kültürlerinin tümünde mevcuttur. Muhayyel bir toplum ve muhayyel bir ülkenin mazlum halkı olarak Ermeniler, bu mazlumiyetlerini belgelendirmek için, kendilerini örgütleyen ve ayaklandıran Fransız keşişlerini bile öldürmüşler. Bu  ölümü Türkler din adamlarını, rahipleri öldürüyor(Sykey M.,2000 :102) diyerek, Ermeni propagandasında bir figür olarak kullanmışlardır.

Bilindiği gibi, 19 yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar Ermeni edebiyatına hakim olan en önemli tema, kurtuluş duygusu, soykırıma uğramışlık, zulüm ve şiddet psikolojisi ve sürgün edilmişlik miti  olmuştur. Acı, baskı, direniş olayları Ermeni milliyetçi söyleminde temel temayı oluşturur. İlginçtir onların bu kültürü ve inancı, 1988 yılı depremini de, bir Türk komplosu olarak yorumlamalarına sebep olmuştur (Rutland P., 1995:9).

Mağduriyet ve maduniyet Ermenilerin siyasi eylemlerde kullandığı en önemli psiko-sosyal söylem olduğundan dolayı bütün Ermenilerde Türklerden nefret etme bilinci yapılan araştırmalara bakılırsa tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu söylem bütün Ermenilerde ortak bir sosyal bilinç meydana getirmiştir. TESEV’in  2005 yılında Ermeniler ve Türklerin karşılıklı tutumları hakkında yaptığı saha araştırmasının sonuçlarına göre, Ermeniler’de Türklere karşı aşırı ve bağnaz bir önyargı vardır. Rapora göre Ermenilerin % 99.9’u Türklerin Ermenileri öldürdüğüne, göçe zorladığına inanmaktadır. Ermeni Türk çatışmasının 1914 savaşıyla başlamadığına, çok eski bir tarihe dayandığına, %97.7 oranlarında inanmaktadırlar. Ermeni halkının, düşman olarak Atatürk, Talat Paşa ve Enver Paşa isimlerini çok iyi bildiği, anılan raporda belirtilmektedir. Yine anılan raporda Ermenilerin Türkleri sevmediği, buna karşılık Türklerde Ermenilere karşı merkezileşmiş ve keskin bir önyargının, ırkçı tutumun mevcut olmadığı da görülmektedir. (Kentel ve Gevorg, 2005: 13-26) Raporun bulguları Ermenilerin Türkler hakkındaki duygularının, tutumlarının, inançlarının ve bilgilerinin ne kadar korkunç olduğunu göstermektedir. Türklerin Ermeniler tarafından tamamen dehümanize edildiğine işaret etmektedir. Türkleri yakan Irkçı dazlakların Almanya’da Türklere karşı taşıdığı önyargıdan(Duran, H.,2008:21) daha keskin ve şiddet içeren bir önyargının Ermenilerde mevcut olduğu anlaşılmaktadır.

MUHAYYEL SOYKIRIM SUÇUYLA SUÇLANMA  İŞKENCESİNİN KURBANLARI: TÜRKLER

İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne göre: “İşkence; bir kimseye karşı kendisinden itiraf almak, kendisinin veya üçüncü kişinin yaptığı veya yaptığından kuşkulanılan bir eylem nedeniyle cezalandırmak….” Cümleleri ile başlamaktadır. Bu ifadeler işkence tanımının başlangıç cümlesini oluşturmaktadır.

BM sözleşmesinin başlangıç cümleleri, Nazilerin Yahudileri kamplara toplamadan ve kitlesel kırımdan geçirmeden önce, Yahudilere uygulanan ayırımcı, ırkçı şiddete atıfta bulunmaktadır.  Bu ayırımcı ırkçı şiddet, bir grubu ötekileştirme ve dehümanize etme süreci ile başlar. Yani toplu kıyımdan önce, kıyılacak grubun insan olmadıklarını, öldürülmeyi hak ettiklerini, çağdaş yaşam biçimine ve değerlere uyum sağlamadıklarını, ekonomik, kültürel ve sosyal haklar bakımından hâkim toplum değerleriyle uyumlu olmadıklarını geniş toplum kesimlerine kabul ettirme sürecindeki propagandanın kendisi de bir işkencedir. Soykırıma hazırlık evresidir. Birleşmiş milletler sözleşmesi işkencenin bedene uygulanmasından önce zihinlere, bilinçlere ve kültürel ifade biçimlerine uygulandığına işaret etmektedir. Bu türden ayırımcı propagandaları ve baskıları yasaklamaktadır.  Bir toplumu ve kültürü soykırım yapmakla suçlama, suçlanan toplumu düşman olarak görme, o toplumu suç itirafına zorlama, bu amaçla müeyyideler koyma sürecinin kendisi dehümanize etme ile ne kadar alakalıdır?  Bunun üstünde ayrıntılı olarak durmak gerekir.

Hitler Yahudileri suçlarken, onlara ayırımcı politikalar tatbik ederken, onların sadece kutsal inançlardan kaynaklanan söylemsel tarihi suçlarını gündeme getirmemişti. Aynı zamanda onların Almanya’nın geleceği için oluşturdukları muhtemel potansiyel tehlikeleri de önemli bir suçlama gerekçesi olarak öne sürmüştü. Dolayısıyla soykırım öncesi propagandalar ve söylemler, varolduğuna inanılan söylemsel tarihsel suçların yanı sıra, ilerde işlenecek muhtemel suçlar ve uyumsuzluklar üzerinde kurgulanmıştı.  Bu kurgu daha sonra fiili soykırım yapma eylemlerinde araçsal bir işlev görmüştür.

Bir toplumu tarihi kutsal metaforlara dayalı olarak dehümanize etme ve buna dayanarak yargılama bir adalet sorumluluğu değildir. Düşman olarak damgalanan halkın geleceğini karartmadır. Tarihe mal olmuş olaylardan dolayı mahkemeler kurma ve yeni cezalandırma biçimleri geliştirme işlemleri hukukla, insan hakları ile alakası olmayan uygulamalardır. Doğrudan doğruya suçlanan, dışlanan ve barbar olarak damgalanan halka bir eziyettir. Zaten tarihi metaforların intikam duygusunu canlandırmak amacıyla kullanımı, kendi başına düşünülecek olsa hukukla alakası olmayan bir işkence uygulama biçimidir.

Ermeni Diasporasının Türkleri soykırım suçlusu olarak damgalaması kendi başına önemli bir olgudur. Sosyal psikologların gruplar arası ayırımcılığı, ırkçılığı, suçlamaları  ve önyargıları açıklamak için kullandıkları yansıtmalı ve yansıtmalı özdeşim kuramları Ermenilerin Türklere karşı olan önyargılarını açıklayabilir. Kurama göre bir grup kendi içindeki olumsuz duyguları karşısındakine yükler. Önyargı ili kurgulanmış olan bu duyguları karşıdakinin temel özelliği olarak görür. Karşıdakini bu olumsuz sıfatları kabullenmeye zorlar. Bunun için baskı uygular.  Yansıtma kuramına örnek olarak, Amerikalı beyazların siyahlar hakkındaki olumsuz, ayırımcı duygularını onların gerçek özelliği gibi değerlendirmeleri ve onlara ekonomik, hukuki ayırımcılık politikaları uygulamaları gösterilebilir. Aynı şekilde Hitler önyargı ile dışladığı Yahudileri tehlikeli bulduğu için öldürmüştü. Toplu kıyımdan geçirmişti. Yahudilerde Hitlerin kendilerine atfettiği suçlamaları kabul etmişti. İçselleştirmişti. Tıpkı zencilerin yüzyıllarca kendilerine uygulanan ayırımcılığı benimsemiş olmaları gibi. Yani Ermeniler Türklere karşı taşıdıkları önyargıları, kinleri ve nefretleri meşrulaştırmak için, Türklerin soykırım yaptıklarına inanarak kendi çelişkilerini gizlemeye çalışıyorlar.

Soykırımla suçlanma olgusunu iki şekilde değerlendirmek gerekir. Birincisi soykırımla suçlanan halkın gördüğü ve göreceği muhtemel işkenceler, şiddet hareketleri ve eziyetler. İkincisi ise soykırım öncesi şartların sosyolojisi bakımından Diaspora Ermeni iddialarının tahlili.

İlkin şunu belirtelim, Ermeni diasporasının Türkleri, soykırım suçlusu olarak görmesi, bu amaçla dünya kamuoyunu yönlendirmesi, böyle bir kabahatle ikonlaştırması ve suç itirafına zorlaması kendi başına bir eziyettir. Bir işkencedir. Burada işkence ilk biçimiyle Türklerin bedenine değil bilincine yönelmiş bulunmaktadır. Ancak bu propaganda hatırlanacağı gibi önce Türk büyük elçilik görevlilerine doğrudan saldırma ve onları öldürme ile başladı. Karabağ işgalinde ise kitlesel Türk kıyımına neden oldu. Birçok Karabağlı sırf Türk ve Müslüman olduğu için öldürüldü. Türkler başlangıcı kan dökmeyle başlayan ve her yönüyle şiddet içeren bir söylemin kurbanı konumuna indirgenmiş duruma gelmişlerdir.

Diaspora, kendileri için bir metafor olan soykırım suçunu Türklere kabul ettirmeye çalışırken, Türkleri, itirafa zorlarken ve gerçekle yüzleşmeye çağırırken, M. Foucault’dan alınan kavramları kullanmaktadır. Foucault delilere/akıl hastalarına uygulanan çağdaş tedavi tekniklerinin içeriğini açıklığa kavuşturmaya çalışırken, delilerin hasta olduklarını kabul etmesi beklentisini, suçun kabullenmesi ve gerçekle yüzleşmeyi göze almaları olarak tanımlamaktadır(Tekelioğlu O.,1999:18) Delilerin toplumdan izole edilmeleri, tımarhaneye kapatılmaları ve delilere uygulanan bir dizi bilinç bunalımı tedavileri bu aşamadan sonra başlar.

Foucault’ya göre, akıl hastası olarak damgalanmış birisinin, ben akıl hastası değilim, sağlıklıyım, deme gibi bir hakkı yoktur. Çağdaş sağaltım anlayışına göre deli olarak damgalanan birisinin, ben sağlıklıyım demesi, hastalığı veya suçu inkar olarak algılanmaktadır. Diaspora Ermenileri, Türkleri ikonlaştırılan söylemsel tarihi suçu, kabul etmeye zorlarken, böyle bir suçu ben işlemedim, diyen akıl hastalarına tatbik edilen muameleyi Türklere tatbik etmeye çalışmaktadır.

Küresel iletişim araçları, bu araçları yöneten güçler ve küresel hukuk ağlarının kurgucusu olan kolonizatörler dünyanın her yerinde Türkleri ciddi manada baskı altında tutmaya çalışıyorlar.  Diaspora ve küresel güçler, hiç olmayacak şekilde, Türkleri, atalarının katil olduğunu kabul edecek kadar anlayışlı!? ve hoşgörülü!? olarak görmek istediklerini söylüyorlar.  Mesela H. Dink’in cenaze törenine Türk halkının yoğun bir şekilde katılmış olmasını, Türklerin suç itirafında bulunduklarını söyleyen Ermeni yazarlar bile oldu. Tıpkı Hitler’in Yahudilerden beklediği davranışı yani yansıtmalı özdeşim davranışını, Diaspora Ermenileri ve onların küresel ortakları Türklerden bekliyorlar.

Bazı ülkelerde kabul edilen soykırım yasası daha çok düşünce suçu kapsamında ele alındı. Tepkiler bu bağlamda geliştirildi. Ancak böyle bir yasanın kendisi, doğrudan doğruya soykırım suçlusu olarak görülen halka bir eziyettir. İşkencedir.  İnsan hakları sorunudur. Benzer uygulamalar, Amerika’da zencilere, Kızılderililere, Almanya’da Yahudilere, İngiltere’de Asyalı göçmenlere uygulanmıştır.  Burada bir halk hedef alınmaktadır. Bir halkın, kültürün nesiller boyunca katil olduğu,  suçunu kabullenmeyecek kadar gaddar olduğu, korku ve nefret kaynağı olduğu belirtilmektedir. Bilindiği gibi bir çok araştırmada, bir halkı soykırım yapmakla suçlama olgusu o halka şiddet uygulama(Hogg A.M., 2007:410)  olarak tanımlanmaktadır.

Sırplar Boşnakları, Arnavutları Avrupa’daki Türk bakiyesi olarak dışlarken ve onları toplu kıyıma hazırlarken nasıl insan haklarını çiğnediyse, Türklerin soykırımla itham edilip ötekileştirilmeleri de insan hakları sorunudur. Hitler Yahudileri öldürmeden önce ötekileştirmişti. Soykırım ithamı da Türkleri ötekileştirmektir. İşkenceye görmeye hazırlamaktır. Çünkü ilkin birçok Türk, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı, hiçbir zaman yaşamadığı ve görmediği bir suçu işlemiş olmakla suçlanmaktadır. Tıpkı iftira edilen birisinin yaşadığı bilinç bunalımı gibi bir bunalımı, duygu olarak yaşamak zorunda kalmaktadırlar. İkincisi iftiraya kurban gittiğine inanan birisi, kendisine iftira atanların kendisi için daha kötü bir gelecek hazırladıkları kaygısını taşır. Bu kaygı onda güvensiz bir ortamda ve Dünyada yaşadığına dair bir inanç uyandırır. Bu tutum da kendi başına bir eziyettir. Izdırabtır. İşkencedir. Çünkü suç işlemeyen birisi kendisine atılan iftira karşısında, iftira atanların kendisi hakkında önyargılı olduklarını, kendisi hakkında kötü niyetli olduklarını ve kendisini şu ya da bu şekilde cezalandıracaklarını, kendisine yaptırım uygulayacaklarını düşünür. Bu türden kaygılar geliştirir. Bu kaygıların kendisi, ayrımcılığa tabi tutulduğu ve başına felaketler getirileceği anlamına gelir.

Türkler, Franz Kafka’nın Dava adlı romanındaki Joseph(Kafka F. 2003:1) gibi, Bürokratik, hukuki ve kamuoyu otoritelerince suçlanmakta, itirafa zorlanmakta. Soykırım suçlusu ablukası altına alınmakta. Büyük elçiler, büyük elçilik görevlileri hiç tahmin etmedikleri, sebebini daha önce hiç düşünmedikleri kurşunlara hedef oldular. Onların birçoğu soykırım diye bir şeyi hiç duymamışlardı. Dolayısıyla, Soykırım ithamı her şeyden önce Ermeni diasporasının Türkleri soykırımla suçlarken Türkleri dehümanize etmesi, çağdaş toplumların dışına itmesi ve soykırım suçunun ezikliği ile yaşamaya zorlamasıdır.

İkincisi ise Ermeni iddialarına göre, düşünecek olsak, Türklerin Ermenileri 1915 yılı olaylarından önce dehümanize etmesi gerekirdi. Çünkü Almanya toplu Yahudi kıyımını fiilen başlatmadan önce, Avrupa kültüründe kökeni çok eskilere dayanan antisemitik inançları gündeme getirdi. Almanlar arasında Yahudilerden nefret etme duygusunu canlandırdı. Yahudileri adam olmaz ırk olarak damgaladı. Onları kültürel, siyasal ve ekonomik hayatın dışına itti. Kıyım bu mantıksal olarak örgütlenmiş söylemden sonra, yine bürokratik bir disiplin çerçevesinde gerçekleştirildi.

1915 olaylarında kaç tane Ermeni ve Türkün öldüğü ayrı bir tartışmadır. Ancak saldırma eylemlerinden önce Türkler tarafından Hitler’in Yahudilere uyguladığı dehümanizasyona benzer bir uygulama Ermenilere uygulandı mı? Bu konuda tarihi metinlere baktığımızda tam tersi bir durumla karşı karşıya kalmaktayız. Öldürüldük diyenlerin öldürenleri dehümanize ettiği görülmektedir. Yani Ermenilerin ayırımcı davrandıkları, Türkleri dehümanize ettikleri, kendileriyle yaşanmaz bir halk olarak gördükleri,  Misyoner ve kolinizatör emperyalist güçlerin etkisiyle biçimlenen Ermeni propagandasında açıkça görülmektedir. Yani Hitlerin ikinci dünya savaşı öncesinde Yahudilere uyguladığı ötekileştirme, dehümanize etme süreçlerini, Türkler Ermenilere uygulamadı. Bilakis Ermeniler Türklere uyguladı. H. Arındt’ın çalışmalarında ortaya koyduğu gibi ifade edecek olsak, soykırım bir gecede alınan bir kararla veya bir telgraf emri ile işlenebilecek bir suç değildir. Mantıklı bir şekilde düzenlenmiş, disiplin altına alınmış, bürokratik olarak kurgulanmış ve çok etkili propaganda ile şartları oluşturulmuş ve başarılı bir şekilde yönetilen bir sürecin sonunda meydana gelen kitlesel öldürmeler ve gerçekleştirilen kitlesel kıyımlar soykırımdır. Osmanlı devletinin ve Türklerin tehcir yasasından önce mantıksal olarak kurgulanmış Ermeni karşıtı bir propagandası bile mevcut değildi. Bilakis bu suçlamaları ve dehümanize etme biçimlerini, Ermeniler Türklere uygulamışlardır.

Ermenilerin Türkleri dehümanize etmesi ve dışlaması, 1915 yılındaki olaylarla başlamadı. Hatırlanacağı gibi yukarıda belirtmiştik; Ermeni örgütler, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Ermenilerin Türklerle dostluk kurmamaları, çocukları Türk okullarına göndermemeleri, Türklerle komşuluk ilişkilerini kesmeleri konusunda ciddi propagandaları olmuştur.  Dehümanize etme yoluyla tarizde bulunma ve şiddet uygulama görüldüğü gibi, Türklerin yaptığı bir eylem değildir. Diaspora tarafından soykırım başlangıcı olarak görülen tehcir yasasının çıktığı savaş ortamında bile, Osmanlı yöneticilerinin, bürokratlarının, sermaye çevrelerinin ileri gelenlerinden bir çoğu Ermeniydi.

Holocaust/soykırım olgusu, Z. Bauman’ın ifadeleri ile söylersek: “Kötülerin masumlara karşı işlediği korkunç bir suç. Bir yandan deli katiller, öte yandan ise çaresiz kurbanlar…”(Bauman Z.1997:7) anlamına gelen bir imaj yaratmak üzere kurgulanmıştır. Bu Yahudilerin ve ikinci dünya savaşı galiplerinin yarattığı ve kurguladığı bir imajdır. Bu imajı yine Baumun’ın tesbitleri ile anlamlandırılacak olsak; daha sonra soykırım miti bir taraftan kendini ölenlerin sözcüsü konumunda görenler tarafından genelleştirilerek Hıristiyanlaştırılmaya çalışıldı. Diğer taraftan ise, Yahudi İsrail devleti, bu trajik anıları, siyasi meşruiyetinin sertifikası, geçmişteki ve gelecekteki politikaları için bir geçiş izin belgesi, hepsinden öte kendi yapacağı haksızlıklar için  bir ön avans olarak kullanmaya çalıştı(Bauman Z. 1997:9). Almanlara yaptırım uygulamak için Yahudi soykırım imajı görüldüğü gibi araçsallaştırılmıştır. İsrail ise soykırıma uğramış olma imajına sığınarak Arap topraklarını işgal etmiştir. Bu mağduriyet imajı ile hala Filistinlileri öldürmeye, baskı altında tutmaya ve onlara sistematik işkence uygulamaya devam etmektedir.

Soykırım suçu, modern değerlerin hâkim olduğu bir toplumda söz konusudur. H.Arendt ve Z. Bauman, tanımlamalarıyla söylersek; soykırım, modern akılcı toplumda, uygarlığın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğmuş ve uygulanmıştır. Bu nedenle toplumun uygarlığın ve kültürün bir sorunudur(Bauman Z. 1997:11). Holocaust, fabrika yapısı araçlarla, ancak en ileri bilimin sağlayabileceği silahlar kullanılarak bilimsel tarzda yürütülen organizasyonlarla tasarlanmıştır. Modern uygarlık holocaust’un yeterli şartı değil, gerekli şartıdır(Bauman Z., 1997:32).

Ermeni soykırım ithamları ile ilgili olaylara, Arındt ve Bauman’ın Yahudi kırımına getirdikleri tanımlamalar ile bakılacak olsak, şunu görürüz: Dönemin Osmanlı toplumu modern manada örgütlenmiş değildi. Önceden planlanmış, disiplin altına alınmış ve Ermenilere ayırımcılık yapmayı meşrulaştıran modern bir bürokratik aygıt bile söz konusu sözde soykırım dönemlerinde henüz mevcut değildi.  Sözde soykırımın olduğu dönemin sosyolojik şartları, disipline, mantıksal örgütlenmelere hatta her türlü çağdaş sınai üretim ve ticari ilişki biçimlerine kapalıdır. Ermenilerin yaşadığı bölgelerin bir çoğunda olayların yaşandığı dönemde, ayni mübadeleye dayalı ticari ilişkiler söz konusudur. Modern örgütlenme biçimlerinin hiç birisi o dönemin Osmanlı toplumsal yapısında mevcut değildi.

Yahudi soykırımı olayında, Almanların öldürmeyi meşru görmeleri ve ahlaki kaygılardan uzaklaşmalarını sağlayan üç tane faktör vardı(Herbet C. Kelman’a Göre) Bunlar: 1-Yasal olarak insanlara şiddet uygulama yetkisi verildi. 2-Yahudi karşıtı fiiller rutinleştirildi. 3-Yahudiler dehümanize edildi.(Bauman Z., 1997:41) Yukarıda belirtildiği gibi Türklerin Ermenileri öldürmeleri için, Ermenilerin önceden dehümanize edilmeleri gerekirdi. Oysa hiçbir zaman Ermeniler hakkında bir dehümanizasyon düşünülmedi, bu amaçla bir propaganda yapılmadı. Bilakis Ermeniler hep millet-i sadıka olarak görüldü.  Tehcir yasasında Müslüman halka Ermenilere şiddet uygulama konusunda bir yetki ve sorumluluk verilmedi. Bilakis göçe tabi tutulan Ermenilerin eşkıyaya karşı korunması için yasaya özel maddeler kondu. Ayrıca Ermeniler tehcir yasasına rağmen Anadolu’da  kalmaya devam ettiler. Bütün Ermeniler belirli kamplarda toplanmadı.

 Kelman’ın yukarıda belirttiği Yahudi soykırımındaki üç aşamanın üzerinde ayrıntılı olarak düşündüğümüzde, Ermeni iddialarının tersi bir durumla karşılaşmaktayız. Çünkü, Türkleri soykırım suçlusu olarak gören Diaspora Ermenileri, Türk yetkililerini öldürmeyi kutsallaştırdı(Nazilerin Yahudileri öldürmesi gibi). Onların öldürülmesini rutin bir intikam duygusunun gereği olarak biçimlendirdi. Ayrıca bütün Ermenilere Türklerin barbar, vahşi, ilkel ve kan emici olduğunu bir inanç olarak benimsetti. Türklere biz katillerin çocuğuyuz demeyi, içselleştirmek için yasal aygıtlar hazırladı.

Bilindiği gibi Türkler 1970’li yıllardan bu yana suç itirafı işkencesine maruz kalmaktadır. Tarihte işlendiği var sayılan bir suçtan dolayı bir milletin itirafa zorlanma işkencesi görmesi, Ermeni diasporasının uygulamalarıyla ortaya çıkan bir durum değildir. Aynı uygulamayı önce Naziler Yahudilere uyguladı. Daha sonra İkinci Dünya savaşının galipleri Almanlara uyguladı. Son on yıldır bu işkence Sırplar tarafından Boşnaklara, Arnavutlara ve Hırvatlara uygulandı.

Burada işkence ve şiddet; suçla itham edileni itiraf etmeye zorlamayla başlamaktadır. Bu durumda Ermenilerin Türkiye’yi ve Türkleri soykırım yapmayla suçlaması ve bu suçun itirafı için zorlaması, baskı altında tutulması ve şiddet uygulaması sorunu ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Öte taraftan yukarıda belirmiştik yansıtmalı özdeşim kuramına göre düşünecek olsak, soykırım mağduriyeti inancı, kendi içinde başka milletlere karşı bir öfke, kin nefret, şiddet, intikam ve saldırganlık duygusu ve inancı taşır. Aynı duyguyu Siyonist gruplara mensup Yahudilerde, Yahudileri soykırıma tabi tutan Naziler’de ve Boşnaklara, Hırvatlara, Arnavutlara saldıran Sırplarda görmekteyiz.

Burada mağduriyet, ezilmişlik, işkence görme miti, Hıristiyanlıktaki Hz. İsa’nın işkence görme metaforunu aşmaktadır. Hz.İsa’nın işkenceye katlanma metaforu, bazı Hıristiyan gruplar ve düşünürler tarafından hak için işkence görme bir fedakârlık ve şiddete rıza olarak algılanmıştır, yorumlanmıştır. Bu şiddet ve işkence algılaması, yani şiddete tepki gösterme biçimi, şiddeti bir nefis terbiyesi olarak algılama biçimine dönüşmektedir. Yaşanan şiddeti masumiyet duygusu ile metafora dönüştürme ve bir değer yargısı haline getirme, hatırlanacağı gibi yukarıda üzerinde durduğumuz bir konuydu. Ermenilerde bu inancın yerleşmesinin sebeplerinden birisinin bu işkence gören Hz. İsa metaforu olduğunu belirtmiştik.

Ancak modernizmin etkisi ile bu metafor 19.yüzyıl ve modern çağ boyunca Bütün batılı toplumlarda olduğu gibi Ermenilerde de ötekiye saldırı ve ötekine şiddet uygulama metaforuna dönüşmüştür. Mağduriyet, ezilmişlik ve şiddet görmüşlük benimsenen, içselleştirilen bir tapınma biçimi olmaktan çıkmaktadır. Ötekileştirilen gruba yani Türklere bir saldırı duygusu yaratmaya neden olmaktadır. İçselleştirilerek yaşanan mağduriyet duygusunun kutsallık derecesi ile, dışsallaştırılarak saldırganlığa dönüştürülen mağduriyet duygusunun kutsallık derecesi arasında fazla bir fark yoktur. Birincisinde mağduriyetin sabra, sebata dönüşümü, ikincisinde ise bu dönüşümün saldırganca kullanımı söz konusudur.

Saldırgan duygunun gerçekleşmesi ise karşı tarafın ötekileştirilmesiyle başlar. Bu da Ermenilerin Türkleri dehümanize etmeleri, öldürmeleri ve Türkiye hakkında ölümcül yıkım planlara yapmalarını kutsal bir inanç haline getirmektedir. Meşrulaştırmaktadır.  Ancak soykırım suçlusu görülen Türklerin kutsal bir inançla tarize, saldırıya ve şiddete maruz kalması, kendi başına sadece kutsal inançla sınırlı bir temele dayanmıyor. Aynı zamanda tıpkı Nazilerin Yahudileri dehümanize ederken kullandığı mantıksal, hukuki, bürokratik ve örgütlü yapılar ve uygulamalarla da desteklenmekte ve tatbik edilmektedir. Yani kutsal dini inançla içkin bir çağdaş uygulama saldırısı söz konusudur.

Ortada Türklere uygulanan bilinçli bir şiddet var. Bu şiddet her hangi bir çekişmeden kaynaklanan tutkusal, duygusal bir şiddette değildir. Bilinçli şiddet, tutkusal şiddetten biraz farklıdır. Tutkusal şiddetin dayandığı düşmanlık, öfke, intikam ve hırs güdüsünü etkinleştirmek, kalıcılaştırmak ve sürdürülebilir kılmak için kurumsallaştırır, rasyonelleştirir, hesaplanabilir değerlere, güç ve iktidar ilişkilerine dönüştürerek meşrulaştırır. Bürokratik hukuki ve felsefi aygıtlar ihdas eder, yürütür. Makyavel, Hobbes iktidar ve güç meşruiyeti için uygulanan sözlü şiddeti yalan dahi olsa meşru kabul etmişlerdir. 19. yy. büyük boy batı felsefeleri de “mutlak özne” kavramıyla şiddet uygulamayı meşrulaştırmışlardır. Hegelin geist’i, Marx’ın proleteryası, Nietzsche’nin üstün insanı Makyavel’in hükümdarı ve vatan’ı bu işlevi görmüştür. Suçlama yolu ile şiddet uygulamanın meşru olduğunu tarihi bir zorunluluk ve doğal bir uygulama olarak görmüşlerdir.( Sergio Cotta, 2003:851)Bu saldırı ve şiddet simülasyonlarla, küresel iletişim ağlarının göstergeleri ile desteklenerek, simülasyonlarla yaratılan bir inanç şeklinde Lefebvre’in(Çakır S.,2008:164) ifadesi ile söyleyecek olsak terör yoluyla egemen kılınmaktadır.   Türklerin üstünde bir bahar bulutu gibi sürekli dolaşımda tutulmaktadır.

Ermenilerin Türkleri soykırım suçu ile itham etmeleri temsillere  ve göstergelere dayalı olarak gerçekleşmektedir. Bu temsiller ve göstergeler mevcut veya yaşanmış fiili bir gerçekliğe bağlı olarak üretilmiş değildir. Böyle olmakla birlikte inandırıcı ve etkilidir. İletişim çağının algı yanılsamalarının bütün teknikleri başarılı bir şekilde kullanılarak, Türklere yönelmiş bir şiddet ve terör hareketi fiilen varlığını devam ettirmektedir. Öte taraftan Kafka’ya göre, Suçu itiraf etme, suçsuzluğu ortaya koyma ve isbatlama gerçekten mümkün değildir. Çünkü kanunda yazılanlara göre suç başka bir şeydir, benim duyup işittiklerime göre suç başka bir şeydir. Ceza duyup işittiklerime göre verilmektedir.(Yumul A., 2005:14) Burada duyup işitilenler ise Ermeni diasporasının ikonlaştırarak, sürekli dolaşımda tuttuğu şey ise Türklerin soykırım suçlusu olarak gösterilmesidir.

Ermeni diasporası soykırım suçu ile Türkleri suçlarken, itirafa zorlamaya çalışırken, bu ithamla gösteriye dönüşen bir şiddetle muhatabını cezalandırmaya çalışırken tarihsel gerçeklikle alakalı değildir. Artık şiddet uygulamayı, yani itirafa zorlama tekniklerini kullanmayı bir sanat, edebiyat ve gösteriye dönüştürmüştür. Bir anlamda şiddet için şiddet gibi bir çaba ile karşı karşıya bulunmaktayız. Aslında metaforla üretilen bütün bilinçler için böyle bir çaba söz konusu olabilmektedir. Burada üretilen bilinç katil ve barbar Türk imajıdır. Bu imaj çağdaş medya ve gösteri araçları ve güçleri ile desteklendiğinde, tamamen sanal bir alanda yaratılan bir gerçeklik sorunu karşımıza çıkmaktadır.  Türklerin taciz edilmesi, itirafa zorlanması ve gösterge denilen metaforlarla şiddete maruz bırakılması bu şekilde gerçekleşmektedir.

Karşılıklı anlaşma, işbirliği, konuşma ve dinlemenin olmadığı bir ortamda şiddet başlar. Diyalog saygı ve kabulün karşılıklı olmasını gerektirir. Şiddet uygulamakla suçlanmak, ahlaki şiddete maruz kalmaktır.  Taraflardan biri yoldan çıkmış bir iradenin egemenliği altına girince diyalog mümkün değildir. Bu durum insani yüzünü tanımadığı rakibine gerçek anlamda hiç “değer vermeyen”, şiddet uygulayan tarafından “hor görülen” ötekinin kişisizleştirilmesi sonucunu doğurur.( Sergio Cotta,. 2003 :848)Şiddet uygulayanların şiddet uygulama nedenlerini açıklama ve doğrulama gibi bir kaygıları yoktur. Çünkü şiddeti besleyen tutku ve arzu kendini doğrulama ihtiyacı duymaz. Sadece başarı için teknik bilgiye ve beceriye ihtiyaç duyar.(Sergio Cotta 2003: 850) Siyasi ve ideolojik Diaspora Ermeni hareketleri, Türkleri katillerin torunları olmakla suçlarken, suçlamanın gerekçesini bilimsel olarak ortaya koymaya da ihtiyaç duymuyor. Ekspresyonist sanatçıların bakış açısına benzer bir tutumla, hayal ettikleri bir tarihi, bir suçu ikonlaştırarak saldırmaktadırlar. Tıpkı  Pikasso, ve kubist sanatçılar gibi, hayal ettikleri, kurguladıkları, düşündükleri ve inandıkları değerleri tarihe, tabiata ve Türklere yakıştırıyorlar. O türden ikonlar oluşturuyorlar.

Sözün bittiği yer şiddetin başlangıcıdır. Ermeni diasporası, Türkleri soykırım itirafına küresel güçlerle, medya ile birlikte zorlarken şiddeti de başlatmış olmaktadır. Benim senin hakkında inandığım şeye sen de inanmak zorundasın demek, kendi başına bir şiddettir, zorlamadır, hak ihlalidir. Üstelik bu itiraf kendi kendine hakareti içeriyorsa, durum çok daha vahimdir. Ben katliam yapan ataların çocuğuyum deme, kendi başına bir sosyo-psişik bozukluktur, sapmadır. Sağlıksız bir varolma biçimidir. Ben katil çocuğu değilim deme, katle gösterilen tepkinin sonucudur. Katle rızasızlığın anlatımıdır.

Şiddet iktidarı somutlaştırır. Belirginleştirir sanal bir kabul olmaktan çıkartır. Ermeni diasporasının araçsallaştırılmış soykırım söylemini işlerken, bunu Türklere işkence edecek şekilde dolaşımda ve kullanımda tutması, aynı zamanda diasporanın iktidarını da somutlaştırmış olmaktadır. Şiddetin varlığı iktidarı alternatifsiz kılar. Çünkü belli bir alanda otorite kurmakla şiddet kışkırtıcılığı arasında her zaman yakın bağlar vardır(Arendt H., 2003:10) Ermeni suçlamalarının küresel hukuk aktörlerince onaylanıp dolaşımda tutulması, Diaspora iktidarının bürokratik ve şiddet içeren göstergesidir.

Ermeni diasporası soykırım ikonasını ve simularkını sürekli dolaşımda tutarak, Türkleri ahlaki manada utandırmaya çalışarak, işkencenin bilinçaltına işlenmesini sağlamaya çalışmaktadır. Tıpkı Amerikan işgal kuvvetlerinin Irak halkına yaptığı işkenceyi fotoğraflayarak bir gösteri haline getirmesi ve dolaşımda tutması gibi bir durumdur.

Utancı çoğaltarak şiddet uygulama bilindiği gibi şiddeti her alanda görme anlamına gelir. Amerikan askerleri Iraklı mahkumların utancını arttırarak onlara uyguladıkları şiddeti yaygınlaştırdılar. Bir insanın katil olduğunu söylemesi için, Amerikan askerleri gibi öldürmesi ve işkence etmesi gerekir. Çünkü bu öldürmeler ve işkenceler faaliyet süreci içinde onların intikam hırslarının boşalmasına neden oluyordu. Öldürme ve işkence onlarda büyük bir güç olduklarına dair bir duygu uyandırıyordu. Bundan dolayı Amerikan askerleri, bu işkenceleri ve öldürmeleri biri birleriyle paylaştılar. Dostlarına güçlerinin bir göstergesi olarak gönderdiler.

Hiç öldürmeyen, işkence etmeyen birisinin öldürme fiili ile suçlanması, işkence ve şiddet uygulayan birisi olarak tanımlanma zorunda bırakılması, kendi başına bir işkencedir. Yapmadığı, bilmediği, duymadığı bir kabahati kabullenmek vicdani bir ızdıraptır. Kabullenilmeyen, doğru bulunmayan bir davranışla damgalanma ise ayrı bir utançtır. Atasından utanma, toplumundan utanma ve utanç duyulan bir eylemin suçlusunun çocuğu olma. İşte Türklerin içine itilmek istendiği durum budur.

KAYNAKLAR:

 

Arendt H., Şiddet Üzerine, çev. Bülent Peker, İletişim yay. İstanbul 2003

Arıkan Zeki, “Türk-Ermeni Kültür İlişkileri Üzerine, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Nisan 2003, Yıl 4. Sayı: 38, Ankara 2003, s.52-53.

Arus Yumul, “Kafkanın Kehanetleri, Arendt’ın Tanıklıkları” Doğu Batı, İdeolojiler 3, yıl 8, sayı 30, Doğu Batı yay. Ankara 2005

Balibar E.ve Wallerstein I., Irk Ulus Sınıf, çev. Nazlı Ökten, metis yay.İstanbul 1995

Bataille G. İç Deney, ter. M. Mukadder Yakupoğlu, YKY,İstanbul 1995

Bauman Z., Modernite ve Holocaust, çev. Süha Sertabiboğlu, Sarmal yay. İstanbul 1997

Benjamin Walter, Psajlar, çev. Ahmet Cemal, yapı kredi yay. İstanbul 2001

Besnier, M. J.,  Söylence maddesi çev. Kamil Sevil, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, Edit. Raynaud P. Rials S.,İletişim yay. İstanbul  2003

Bilgin Nuri, “Kimlik İnşası İçin Tarihin Araçsallaştırılması”, Türk Ermeni İlişkilerinde Yeni Yaklaşımlar Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi, 15-17 Mart 2006

BM, İşkenceye Karşı Komite (1944), http//undp.un.org.tr/doc_pdf/metin

Çakır S., “Medya ve Şiddet” Doğu Batı Yıl, 10, sayı 43, Ankara 2008

Duran H., Endüstri Çağının Dinamikleri, değişim yay. İstanbul 2002

Duran H., “Dazlak Şiddet Eylemleri ve Türk Hoşgörüsü”,Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi,sayı 256, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay. İstanbul 2008

Garaudi Roger, İsrail Mitler ve Terör, ter. Cemal Aydın, Pınar yay. İstanbul 1997

Göral, Sevinç A., “Fundamentalizmin Psikolojik Boyutları”, Stratejik Analiz, Asam yay. Ankara Eylül 2007

Göka Erol, “Ermeni Sorununun Gözden Kaçan Psikolojik Boyutu”, Ermeni Sorunu Temel Bilgi ve Belgeler, Der. Ömer E. Lütem, Asam yay. Ankara 2007

Gündüz Aktan, “Hukukta Soykırım ve Ermeni Olayları”,http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/makaleler/makale32.html

Hesenli Cemil, “1918-ci İlin Yazı:Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi ve Soykırım”, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay. S.110, İstanbul Ekim 1997

Hogg, A. M. Ve Vaughan M.Graham, Sosyal Psikoloji, Çev. İbrahim Yıldız ve Aydın Gelmez, Ütopya yay. Ankara 2007

Justin, M. Carthy, “Ermeni Terörizmi: Zehir ve Panzehir Olarak Tarih”, Uluslar arası Terörizm Sempozyumu, Ankara Üniversitesi yay. 1984 sh. 81-87

Kalafat Yaşar, “Türk-Ermeni İlişkilerinde Siyasi ve Kültürel Boyut”

http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=7206

Kafka Franz, Dava,  çev.Kamuran Şipal, cem yay. İstanbul 2003

Kentel, F. Ve Gevorg P., Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi, TESEV yay. İstanbul 2005

Lütem, Ö.E., http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/makaleler/makale39.html,2008

Mayevsky G., 20.Yüzyıl Dönemecinde Rus General Mayevsky’nin Türkiye Gözlemleri Van-Bitlis Vilâyetleri Askerî İstatistiği, ter. Bayram Bayraktar,İnkılap Yay. İstanbul 2007

Mestrovic Stjepan G., Duygu Ötesi Toplum, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yay.İstanbul 1999

Mesut Hakkı Çarşın,”Ermenistan Silahlı Kuvvetleri”, sh. 52,  Avrasya Dosyası, Uluslar arası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, C:2, sayı:4, Ankara 1996

Ölmez Adem, “1909 Adana Ermeni Olayları”, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay. Mart –Nisan 2008, İstanbul

Perinçek M., “Çarlık Arşivlerinden Ermeni Meselesi Üzerine 20 Yeni Belge (1914-1918)”, Teori Dergisi, Nisan 2008  Güney yay. İstanbul 2008

Paul Henze, “Ermeni Şiddetinin Kökenleri”, Uluslar Arası Terörizm, Ankara Üniv. Yay.sh.174, Ankara 1988

Rutland Peter, “Ermenistan’da Demokrasi ve Milliyetçilik” ter. Cahide Ekiz, Avrasya Dosyası, C.2, S:4, Ankara 1995

D.A.G.M., Osmanlı Belgelerinde Ermeni Fransız İlişkileri, c.1 Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yay. Ankara 2002

Sergio  Cotta, “Şiddet Maddesi” çev. İsmail Yerguz, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, Edit. Raynaud P. Rials S, , İletişim Yay., İstanbul 2003,.

Sykey Mark, Daru’l-İslam, ter. Yılmaz Tezkan, Ankara 2000

Talas Mustafa, “Türk-Ermeni İlişkileri Üzerine Tarihsel-Sosyolojik Bir Araştırma”, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay. Sayı 166, İstanbul Şubat 2007

Taşdelen Musa, “Tehcirden Soykırım Mitine:Bir Ulus İnşa Süreci Olarak Ermeni Meselesi”,Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu, Fırat Üniv. Yay. Elazığ 2002

Temelkuran, E., www. Milliyet.com.tr/2006/11/16/yazar/Temelkuran.html

Ulrich Im. H.,Avrupa’da Aydınlanma, çev. Şebnem Sunar, Afa yay. İstanbul 1995

Umar Ö. Osman, “Hatay ve Çevresinde Ermenilerin Faaliyetleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 146, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yay., İstanbul Ekim 2003

Uygur Kocabaşoğlu, Anadolu’daki Amerika, imge yay. Ankara 2000

V.Svazlian,  2004, www.ermeni.org/turkce/vkayutyunner.php, Nisan 2008

İngilizce Özet:

TURKS AS THE VICTIMS OF FICTITIOUS ARMENIAN GENOCIDE ICON

Abstract

This study first deals with explanation of sociology and history of a nation believing that their ancestors have been victims of genocide; secondly, the meaning of accusation a nation of murder because of an event alleged to have occurred in history; and thirdly, the problem of acceptance of  denial of alleged Armenian genocide as a crime. The study also explores the matters such as believing to be a nation of which ancestors have been victims of a genocide –which Armenians have long been longing for achieving-, to be a member of a nation whose ancestors have been accused of having committed a genocide –a social pressure which is experienced especially by Turks abroad, living in a world where believing their ancestors have not been guilty of genocide has been seen as a crime and the pressure on Turks to confess having committed that crime and keeping them under pressure for achieving that purpose by the global powers.

Key words

fictitious Armenian genocide icon, Diaspora Armenians, metaphor of genocide, dehumanization by fictitious genocide crime, simulacrum of metaphor of murdered ancestor,  figure of being victim of atrocity, torture of being accused of fictitious crime, historical crime discourse, moral atrocity

 

One thought on “Muhayyel Ermeni Soykırım İkonasının Kurbanları

  1. herir keesksor

    ❓ güzel tespit ve kaynaklarla yapılmış bir çalışma

Comments are closed.