Suçlusu ve Mağduru Olmayan Cinayetin Yargısı

By | 19 Ekim 2010

Bilge köyü katliamı, Bavul cinayeti vb. bir çok cinayet ve hukuki olay uzun zamandır, medyatik gösterimde fazlasıyla ele alındı ve konuşuldu. Yargılama süreçlerinin hukuki retoriklere boğulması ve bir türlü karar verilememesi, hukuk sistemini içinden çıkılmaz hale getirdi. Öte taraftan hukuki sorunlarını çözümlemeye çalışan vatandaşlar, mevcut kurulu hukuk düzenine alternatif yeni alanlar ihdas etmeye çalışıyor. Bir taraftan medya yardıçları denilen yargıçlar türedi, öbür taraftan örgütlü suç grupları denilen mafya grupları bir çok konuda hukuki süreçlere gayrı resmi de olsa müdahil olmaktadır. Yargı bürokrasisindeki iktidar arayışları, yargıçları kendi aralarında farklı gruplara dağıtmış gibi görünmektedir. Bir çok suç ve cinayet, hukuki retoriklere ve süreçlere kurban edilir duruma gelmiştir. Hukuk sistemi bu sorunlardan dolayı yeni reformlara gebe gibi, bir görünüm arz etmektedir.

Türkiye önümüzdeki günlerde, Avrupa Birliğine Uyum Programı kapsamında, yargı sistemi alanında  reformlar yapmaya hazırlanıyor. Ülkemizin mevcut yargı sistemi, hatırlanacağı gibi daha önce yine batı ülkelerinin hukuk normları ve yargı sistemleri göz önünde bulundurularak tedvin edilmişti. Anlaşılan batı ülkeleri zaman içerisinde mevcut hukuk sistemlerini yeniden düzenlemişler. Türkiye bu düzenlemelere uyum sağlayamamış. Avrupa’da hukuk sisteminde yeni düzenlemeler olurken, Türkiye önceki dönemlerden kalma batılı hukuk sistemini uygulamaya devam edmiştir. Son hazırlıklar, uyum programı kapsamında, Türk hukuk sistemini yeni batı hukuk sistemine göre yeniden düzenlemek amacıyla yapılmaktadır.

Öte taraftan, gerek batı hukuk sistemine, gerekse halen meriyette bulunan batı temelli Türk hukuk sistemine yönelik eleştiriler, hiçbir zaman eksik olmadı. Bu eleştirilerin büyük kısmı ise yargı sisteminin adalet, eşitlik, hürriyet ve insan hakları konusunda, gerçekten tatmin edici ve vicdanları rahatlatıcı kararlar verip vermemesi noktasında toplanmaktadır. Bu yazıda, mevcut batı hukuk sisteminin ve  yeniden düzenlenme sürecine giren batı temelli Türk hukuk sisteminin, adalet esasına dayalı klasik hukuk sistemleriyle, ne kadar alakalı olduklarını açıklamaya çalışacağım.

Öncelikle şunu belirtelim: Adalet zihniyetine ve değerlerine dayalı klasik hukuk sistemleri  ile batılı çağdaş yargı sistemleri arasında önemli farklar vardır. Bu farklar suçun veya sapkın davranışın tanımı ve sebepleri konusundaki yaklaşımlarda açıkça görülebilir. Adalet ilkesinin esas alındığı klasik yargı sistemlerinde, suç veya sapkın davranış, iradi bir niyetin, fiilin ve davranışın sonucu olarak görülür. Ortada suçu işleyen bir fail vardır. Bu fail, katildir, hırsızdır, rüşvet alan ve verendir, saldırgandır, iftira edendir, isyankardır, eşkiyadır. Suçlunun eyleminden dolayı eziyet gören, ızdırap çeken, malı gasp edilen veya iftiraya maruz kalan bir mağdur vardır. Bir de bu iki taraf arasında cezanın suça eşitliğini esas alan bir hukuk sistemi vardır,

Adalet ilkesine bağlı klasik yargı sistemlerinde, adalet suçlu ile mağdur arasındaki ilişki çerçevesinde, kanun koyucunun belirlediği ölçülere göre uygulanır. Suç ile cezanın mütekabiliyeti göz önünde bulundurulur. Cezanın işlenen suç miktarına eşitliği temel bir ilke kabul edilir. Cezanın infazı sürecinde mağdurun görüşü gözönünde bulundurulur. Mağdur taraf yargılama  ve infaz sürecinin bütün aşamalarında sorumluluk yüklenir, yetkili kabul edilir. Dikkat edilirse klasik yargı sistemi olarak tanımladığımız, modernizm öncesi yargı sistemine göre, bireylerin özgür iradeleriyle suç işledikleri varsayılmaktadır. Toplumun özgür bireylerden oluştuğu ve herkesin özgürce davrandığı temel bir ilke olarak görülmektedir. Bundan dolayı suça teşvik eden illetlerden ziyade daha çok suçlu yargılanır. Mağdurun durumu ve hak kayıpları gözönünde bulundurulur.

Adaletin en eski tanımı ilk çağdan bu yana “aldığı kadar vermek” olarak bilinmektedir. Şerif el- Cürcani, adaletin tanımlarından birisinin iki hasım taraf arasındaki ortak nokta olduğunu belirtmektedir. Bundan dolayı terazinin iki tarafının denkliği ve eşit seviyede durması, adalet sisteminin sembolü olarak kabul edilmiştir. Verilen eziyetle verilecek cezanın simetrik olması, eşit olması ve biri birini karşılaması gerekir. İslam hukuku metinlerinde de adalet; doğruluk, istikamet, müsavat/eşitlik, anlamına kullanılmaktadır(Bilmen Ö. Nasuhi, 1996:8/328).

Modern toplumların hukuk sistemlerinin inşasında kullanılan ve konumuzla ilgili olan en önemli araçlarından ve kavramlardan birisi sosyal düzen/kamusal düzen/ictimai nizam daha doğrusu “sosyal disiplin” kavramıdır. Yargı sistemi sosyal disiplini korumak üzere kurgulanmıştır. Bu amaçla, çeşitli müeyyideler ve cezalar uygulamaktadır(Dönmezer S,1985:3). Anlaşılacağı gibi, sosyal diplin kavramı yargı sisteminin en önemli illeti, şartı ve gerekçesi olmaktadır. Yani suçun tanımlanması, yargılama ve infaz süreçlerinde, sosyal disiplin en önemli referans noktası olmaktadır. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” sloganının yargı sistemindeki karşılığı sosyal disiplin olmuştur. Kişi hak ve özgürlüğü değil, sosyal disiplin modern hukuk sisteminin referans noktası olmaktadır. Yani özgürlük için tedvin edildiği ileri sürülen çağdaş yargı sistemlerine göre aslında özgür bir birey yoktur. Sosyal düzenin kulu ve kölesi kabul edilen bir birey vardır.  Aynı zamanda, toplumsal şartlar sanki suçluyu koruyan bir paratöner vazifesi görmektedir. Çünkü yargılama, öncelikle kamusal amaçlar doğrultusunda gerçekleşmektedir. Kişi hak ve özgürlüklerine göre yapılmamaktadır.

Sosyal disiplin kavramının, referans noktası olarak görüldüğü bütün yorumlarda şunu görmekteyiz. Toplumsal düzendeki bozulmalar ve çözülmeler, kişilerin de bozulmasına ve sapkın davranışlarda bulunmasına neden olmaktadır. Kişiler kendilerini yetiştiren bu muhayyel toplumsal düzenin ve sosyal disiplinin ürünleridir. Kişilerin kişisel iradesi kesinlikle sözü edilen toplumsal yapının ve sosyal disiplinin bir tecellisidir.  Toplumsal şartların bir tezahürü olarak görülen kişiler, verili sosyal düzenin aktörleridir. Kişiler sosyal düzenin kendilerine verdiği rolleri oynarlar. Onların her davranışı sosyal yapıya bağlı olarak gerçekleşmektedir.

Bu durum, yani kişilerin sosyal yapının bir parçası olarak görülmesi, tipik bir kaderci anlayışın bilimsel denilen değerlerle oturtulmaya çalışılmasıdır. Kader denilince çoğumuzun aklına islami manadaki kader inancı gelir. Ancak hemen hatırlatayım, sosyal nizam veya disiplin anlayışına bağlı olan kaderciliğin dini manada bir değeri yoktur. Hatta ilahi kader inancının inkarı anlamına gelir. Bu kader anlayışında Allah’ın iradesi yerine, toplumsal düzeni ve disiplini belirleyen otoritelerin iradesi konmuştur.

Fertlerin sosyal düzenin bir aktörü olarak görülmesi, çağdaş yargı sistemlerinin en temel ilkesi ve prensibi olmuştur. Bu anlayışa göre suçların artmasının nedeni sosyal düzenin ve disiplinin bozulmasıdır. Suçlu ise doğrudan doğruya suçu işleyen fert değildir. Onu suç işlemeye yönelten düzendir. Yargılama ise düzeni ve disiplini sağlamak üzere yapılmaktadır. Aslında suçlu diye bilinen ferde ceza vermek amacıyla yargılama yapılmıyor. Bundan dolayıdır ki cezanın infazı hapishane/ıslahhane veya medyatik gösterim süreçleriyle yapılmaya çalışılmaktadır.  Yani çağdaş yargı sistemlerinde suç ve ceza doğrudan doğruya sosyal disiplin muhatap alınarak tanımlanmaktadır. Yargılama bu esasa göre infaz edilmektedir.

Modern yargılama suçludan daha ziyade suçun işlenmesine neden olan  illetlere ve sebeplere yönelmiş bulunmaktadır. Halbuki adalet ilkesine göre düzenlenen klasik yargı sistemlerinde yargılama doğrudan doğruya suçluya tatbik edilir, suçun işlenmesine sebep olduğu varsayılan gerekçeler yargılamanın konusu değildir. Sebep hükme konu değildir.  Bir hırsızlık veya cinayet fiili, doğrudan doğruya bu işe kalkışana izafe edilir. Ceza kalkışana uygulanır. Sebebe ceza verilmez. Onu suça iten illetler ve sebepler yargılanmaz(Bilmen Ö. Nasuhi, 1996:1/247).

Bilge köyü katliamı hakkında ileri sürülen görüşlere bakıldığında, tepkilerin katillere değilde toplumsal sorunlara olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu toplu katliamın suçlusu olarak koruculuk sisteminden tutunda, geri kalmışlığa varıncaya kadar bir çok toplumsal sorun dile getirildi. Kimse doğrudan doğruya suçu işleyen katillerin bu cani davranışlarının onlara ait bir davranış olduğunu dile getirmedi. Devlet suçlandı, toplum suçlandı, geri kalmışlık suçlandı. Aynı durum son günlerde basının ilgi odağı olan Münevver Karabulut cinayeti içinde geçerlidir. Katilin işlediği suçun vahşice olması değilde, yaşı ve sadanist ayin gibi ayrıntılar gözönünde bulundurulmaya çalışılıyor. Bu durumda olan katillerin ıslahı öncelikli sorun olarak görülüyor. Öldürülen masumların yaşam hakkı gündeme gelmiyor. Yargılama katili cezalandırmak ve mağdurun hakkını almak için yapılmıyor. Katilin ıslahı ve bir daha suç işlememek üzere terbiye edilmesi için yapılıyor. Bu yargılama tekniği bir manada arabanın bakımına benzemektedir. Yani toplumsal düzen ve disiplin bozulmasın diye, suçlular ve suç işleme eğiliminde olanlar yargılama süreçlerinde ve infaz tekniklerinde eğitilmeye çalışılıyor.

Çünkü birimiz hepimiz, hepimiz birimiz olduğumuza göre, kol kırılır yen içinde kalır. Yani ölenler ölmüştür kalan sağlar bizimdir. İşte çağdaş yargı sistemlerinin geldiği nokta budur. Yani suçlusu ve mağduru olmayan bir yargılama ve hukuk sistemi inşa edilmiş bulunmaktadır. Suçlular suçlarıyla, mağdurlar gördükleri acıyla kalmaktadır. Çünkü cinayetlerin suçluları ve  mağdurları bir yana bırakılmakta, yargılama onlar üzerinde yürütülmemekte, medya üzerinden toplumsal sebeplere tatbik edilmektedir.  Adaletle ilgisi olmayan bu yargı sistemi ve yargılama teknikleri maalesef kitleler tarafından hala adalet dağıtan kurumlar olarak bilinmektedir.

 

Dönmezer Sulhi ve Erman Sahir, Ceza Hukuku, Filiz kitabevi, İstanbul 1985

Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhiye Kamusu, Ankara 1996

Şerif Ali İbn Muhammed El-Cürcani,  Kitabu’t-Tarifat